(Çeviren Garbis Altınoğlu)
Stalinizm üzerine huzurunuzda bir
konuşma yapmam için beni davet etmiş bulunan Sarat Akademisi’ne
minnettarım.
Ancak, Stalin’in büyük bir
hayranı olmam ve “Stalinizm” sözcüğünün, daha sonra kendisine yapılacak siyasal
saldırılara hazırlık çerçevesinde Stalin’in örtülü düşmanları -özellikle Nikita
Kruşçev- tarafından çıkarılmış olması nedeniyle konu seçiminiz beni belli bir
güçlükle karşı karşıya bırakıyor.
Aslında bugün “Stalinizm”,
insanların kabul etmedikleri siyasal düşünceleri ifade etmek için kullandıkları
anlamsız bir aşağılama terimi haline gelmiştir. Muhafazakar basın bazen Tony
Blair’i bile “Stalinist” olarak tanımlamakta ve sağ olmuş olması halinde
Stalin’e, bir iftira davası açmak için sağlam gerekçeler sunmaktadır!
Stalin her zaman kendisini
alçakgönüllü bir biçimde “Lenin’in bir öğrencisi” olarak anmıştı. Ben de onun
örneğini izleyecek ve “Stalinizm” terimini “Marksizm-Leninizm” olarak
yorumlayacağım.
Britanya tarihinde Stalin’e en
yakın kişilik belki de, herkesin okul tarih kitaplarından ve Şekspir’den, küçük
prensleri Kule’de öldürmüş olduğunu “öğrendiği” -“öğrendiği” sözcüğünü tırnak
işareti içine koyuyorum- zalim ve fiziksel bakımdan sakat bir canavar olan
Üçüncü Richard’dır.
Richard’ın herkesçe kabul edilen
bu portresinin, tahtı kendisinden gasbeden ve onu öldüren Tudor hanedanından
ardılları tarafından çizildiğini ciddi tarihçiler ancak son zamanlarda
kavramaya başlamışlardır.
Onlar doğal olarak daha sonra
tarih kayıtlarını, kendilerinin tahtı gasbetmelerini meşrulaştıracak tarzda
yeniden yazmaya giriştiler ve hatta Richard’ın portrelerini onu fiziksel
bakımdan sakat olarak ve hem fiziksel hem de moral açıdan bir canavar olarak
gösterecek biçimde değiştirdiler. Bir başka deyişle, Richard’ın bugün genel
kabul gören portresi tarihsel gerçeğin değil, onun siyasal muhaliflerinin
propagandasının ürünüdür.
Dolayısıyla, şu soruyu sorma
hakkına sahibiz: Sözümona “Kremlinolojistler”in bize sunduğu Stalin portresi
acaba tarihsel gerçekliğin kendisi midir yoksa bayağı bir propaganda mı?
Lenin ve Stalin’in önderliği
altında inşa edilen Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği bugün artık yok.
Peki, birçok insanın söylediği gibi, bunun böyle olması, Sovyetler Birliği’nde
sosyalizmin başarısızlığa uğradığı anlamına mı gelmektedir?
Burada sadece bir istatistik
dizisi sunmak istiyorum. Stalin, Ocak 1939’da Sovyetler Birliği Komünist
Partisi’nin 17. Kongresi’ne sunduğu raporda Batılı kaynaklara dayanarak değişik
ülkelerin sınai üretiminin 1913 yılına kıyasla ne kadar büyüdüğüne ilişkin
rakamlar verdi. Bu rakamlar şöyleydi:
Almanya: % -24.6
Britanya: % -14.8
ABD: % +10.2
SSCB: % +291.9
Gerçekten de, Stalin’in önderliği
altında kurulan merkezi planlı ekonomi koşullarında Rusya’nın birkaç on yıl
içinde, geri bir tarım ülkesinden, 1941-45 döneminde Batı Avrupa’nın tümünün
kaynaklarından yararlanabilen Almanya’nın saldırısını yenilgiye uğratabilecek
güçte ileri bir sanayi ülkesi haline gelmesini sağlayan bir dönüşüm geçirdiği
tartışma götürmez bir olgudur.
Stalin’den bir “diktatör” diye
söz edilmesi çok yaygındır.
Katı bir Sovyet karşıtı olan
Eugene Lyons adlı bir Amerikan yazarı bir kezinde Stalin’e doğrudan şu soruyu
yöneltmişti: “Siz bir diktatör müsünüz?” Lyons sözlerini şöyle sürdürüyor:
"Stalin, sorunun budalaca
olduğunu ima edercesine gülümsedi."
"O yavaşça ‘Hayır’, dedi. ‘Ben
diktatör falan değilim. Bu sözcüğü kullananlar Sovyet hükümet sistemini ve
Komünist Partisinin metodlarını anlamıyorlar. Hiç bir birey ya da birey grubu
görüşlerini dikte edemez. Kararları Parti alır."
Britanyalı Fabyan iktisatçıları
Sidney ve Beatrice Webb, Sovyet Komünizmi: Yeni Bir Uygarlık mı? adlı kapsamlı
kitaplarında Stalin’in bir diktatör olduğu düşüncesini kesin bir biçimde
reddetmişlerdir. Onlar şöyle diyorlardı:
"Stalin… Amerikan Anayasasının
dört yıl boyuna birbiri ardısıra gelen başkanlara tanıdığı kadar geniş bir
yetkilere sahip değildir…
SSCB’ndeki Komünist Partisi
kendi örgütsel yönelimini saptamıştır.
Bu sistemde bireysel
diktatörlüğe yer yoktur. Kişisel kararlara güven duyulmaz ve büyük bir
ihtiyatla yaklaşılır."
Lenin ve Stalin döneminde Sovyet
rejiminin resmi tanımının “proleter diktatörlüğü” olduğu doğrudur. Ancak bu,
kişisel diktatörlük anlamına gelmemektedir. Bu sadece, iktidarın emekçi halkın
elinde bulunduğu, siyasal iktidarı emekçi halkın elinden almayı amaçlayan
siyasal faaliyetin yasadışı olduğu anlamına gelmektedir.
Tabii bu sonuncusu (bu tür
siyasal faaliyetin yasadışı sayılması- G.A.), Londra ve Washington’daki resmi
çevreler tarafından “anti-demokratik” olarak nitelenmekte ve “insan haklarının
ağır bir biçimde çiğnenmesi” olarak algılanmaktadır.
Fakat, “demokrasi” sözcüğü
“sıradan halkın yönetimi” anlamına gelir ve bu anlamda Stalin dönemi Sovyetler
Birliği, herhangi bir Batılı ülkeden binlerce kez daha demokratikti.
“İnsan hakları”na gelince, 1966
tarihli BM İnsan Hakları Konvansiyonu, devletlerin yurttaşlarına “çalışma
hakkı”nı güvence altına almaları gerektiğini buyurmaktadır.
Ancak, bu hakkın yaşama
geçirilebilmesi, işsizliğin (Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nde olmuş olduğu
gibi) kaldırılabilmesi, sadece sosyalist bir ülkede olanaklıdır. Kapitalist bir
toplum, yükseliş dönemlerinde hemen devreye sokulabilecek işgücünü
sağlayabilmek için Marks’ın “yedek işçi ordusu” dediği şeye gereksinim duyuyor.
Dolayısıyla, sosyalist bir
ülkenin, kapitalizmin restorasyonunu amaçlayan siyasal faaliyeti yasaklaması,
BM İnsan Hakları Konvansiyonu’yla tamamen bağdaşır.
İşin aslına bakılırsa, insan
haklarına ilişkin gevezelik çoğu zaman sosyalizmi hedef alan bir propagandadan
başka bir şey değildir. Yatırım özgürlüğüne izin verdiği sürece, Lombard Street
ya da Wall Street açısından, turizm sektörü için sokakları temiz tutmak amacıyla
her gece evsiz çocukları öldüren ölüm mangalarını sokağa salan çürümüş bir Orta
Amerika “muz cumhuriyeti” bir “özgür ülke” sayılmaktadır.
Sovyet hainleri 1956’da
sosyalizme karşı saldırılarını, Komünist Partisinin Şubat 1956’da toplanan 20.
Kongresi’nde Stalin’e, kendi çevresinde bir “kişiye tapınma” örgütleme
suçlamasını getirmek suretiyle başlattılar.
Stalin döneminde, Sovyetler
Birliği’nde Stalin’in kişiliğine tapınma olduğu doğrudur. Fakat bu kişiye
tapınma, Stalin tarafından değil, onun isteklerine rağmen örgütlenmişti.
Aslında Stalin bu tapınmaya karşı çıkmış ve onunla alay etmişti.
Örneğin, Şubat 1938’de birisi
çıkıp da Stalin’in Çocukluğuna İlişkin Öyküler başlıklı bir kitap yayımlamak
istediğinde, Stalin tipik bir tarzda şunları yazacaktı:
"Ben, Stalin’in Çocukluğuna
İlişkin Öyküler’in yayımlanmasına kesinlikle karşıyım."
"Bu kitap bir yığın
belirsizliklerle, abartmalarla ve hak edilmemiş övgülerle dolu…"
"Ama…. asıl önemlisi onun, Sovyet
çocuklarının (ve genelde halkının) zihinlerine liderlere tapınma ve yanılmaz
kahramanlar eğilimini kazıması eğiliminde yatıyor. Bu, tehlikeli ve zararlıdır…
Ben bu kitabın yakılmasını öneriyorum."
Stalin’in çevresinde gerçekten de
bir “kişiye tapınma” oluşturulmuştu. Mart 1939’da Parti’nin 18. Kongresinde
önde gelen bir komünist şöyle haykırmıştı:
" Ukrayna halkı yürekleri ve
ruhlarıyla şunu duyururlar: ‘Yaşasın gözbebeğimiz Stalin!’ "
" ‘Yaşasın insanlığın yüce
dehası… gözbebeğimiz Stalin yoldaş!’ "
Bu konuşmacı Nikita Kruşçev’di!
“Stalinizm” terimini uyduran ve
Stalin’i Almanca’daki Lider anlamına gelen “Führer” sözcüğünün Rusça karşılığı
olan “Vozhd” sözcüğüyle anmaya başlayan da Kruşçev’di.
Bir başka deyişle, Stalin’in
çevresinde oluşturulan “kişiye tapınma” Stalin ve onu içtenlikle destekleyenler
tarafından inşa edilmemişti; bu, daha sonra O’nu megalomanyak bir diktatör
olarak nitelendirecek olan siyasal düşmanlarının saldırısının önsözünden başka
bir şey değildi.
Stalin, bu sözde “sadakat” ve
“yurtseverlik” belirtilerini engelleme olanağına sahip olmamakla birlikte hiç
de aptal değildi ve 1937’de Alman yazar Lion Feuchtwanger’e söylediği gibi bu
kişilerin amaçlarının kendisini daha ileriki bir tarihte “kötülemek” olduğunun
farkındaydı.
Stalin’in çevresinde bu yolla
oluşturulan kişiye tapınma O’nun isteklerine aykırıydı; bu tapınmanın sürmesi
olgusu Stalin’in, yaşamının son bir kaç yılında -diktatoryal bir iktidara sahip
olmak bir yana- Sovyet liderliği içinde azınlıkta olduğunu gösterir.
Bu durum;
1927’den sonra Stalin’in Komünist
Enternasyonal’da aktif bir rol oynamaması,
henüz yayımlanması tamamlanmamış
olmasına rağmen Stalin’in yapıtlarının ölümünden dört yıl önce, yani 1949’da
durdurulması,
yerleşik uygulamaya aykırı bir
biçimde -Partinin Genel Sekreteri konumunda bulunmasına ve sağlığının iyi
olmasına rağmen- Stalin’in 1952’deki 19. Parti Kongresine sunulan raporu
okumaması gibi bir dizi tuhaf olguyu da açıklamaktadır.
İzninizle, sözümona “sosyalizmin
başarısızlığı” konusuna dönmek istiyorum.
Britanya, Fransa, Polonya ve
Japonya’nın silahlı kuvvetleri, sosyalizmin inşasına engel olmak için 1918’de
yeni devlete saldırdılar. Ancak, başlangıçta yeni Sovyet devletinin örgütlü bir
ordusu ya da deneyimli askeri yöneticileri olmamasına rağmen beş yıllık
Müdahale Savaşı Sovyetlerin zaferiyle sonuçlandı.
Sosyalizmin düşmanları bu
yenilgilerinden önemli bir ders çıkardılar; onlar sosyalizmin cepheden
yapılacak doğrudan bir saldırıyla yıkılmasının son derece zayıf bir olasılık
olduğu, onun ancak içerden, Komünist Partisi içinde önemli mevkilere gelmek
için sıkı bir biçimde çalışan ve daha sonra sosyalizmi “modernleştirme” adına
nüfuzlarını Partiyi, sosyalizmi zayıf düşürecek ve yavaş yavaş emekçi halkın
desteğini yitirecek bir siyasal çizgiye çekmek için kullanan sosyalist kılıklı
ajanları aracılığıyla yıkılabileceği sonucuna vardılar.
Bu Marksistlerin revizyonizm
olarak adlandırdığı bir programdır; çünkü revizyonizm, bir yandan Marksizmi büyük
ölçüde zararlı bir doğrultuda değiştirirken onu modernleştirmekten başka bir
şey yapmadığını ileri sürer.
Stalin’in 1953’de ölümünden kısa
bir süre sonra Kruşçev Sovyet Komünist Partisi’nin başına geçti. Ama o,
Stalin’e açıkça saldıracak güveni kendinde ancak 1956’da, yani üç yıl sonra
bulabildi ve o bu saldırıyı da Sovyetler Birliği’nde onyıllar boyunca asla
yayımlanamayan gizli bir konuşma biçiminde gerçekleştirdi.
Stalin’e yönelik saldırı,
Stalin’in ortaya koyduğu sosyalizmi inşa programına saldırının ve bu programın
değiştirilmesinin zorunlu bir önsözüydü.
Stalin’e karşı sık sık yöneltilen
suçlamalardan biri, O’nun Parti Genel Sekreterliği döneminde çok sayıda suçsuz
insanın hatalı bir biçimde karşı-devrimci suçlar işledikleri gerekçesiyle hapse
atılmış olmalarıdır. Diğer suçlamaların çoğundan farklı olarak, bu suçlama
doğrudur. 1934-1938 yılları arasında -güvenlik polisini yöneten- İçişleri Halk
Komiserliği makamında sırayla Genrikh Yagoda ve Nikolai Yezhov bulunuyordu.
1938’de yapılan kamuya açık duruşmada Yagoda, kompocu kafadarlarının
tutuklanmalarını önlemek, sadık komünistleri hatalı suçlamalarla tutuklamak
suretiyle komploya destek vermek için kendi yetkilerini nasıl kullandığını
mahkemeye anlattı.
Bazı şeylerin son derece yanlış
bir tarzda yürütüldüğünden kuşkulanan ve başında Aleksandr Poskrebişev’in
bulunduğu kişisel sekretaryasının güvenlik polisi örgütünde neler olup
bittiğini soruşturmasını sağlayan Stalin’in kendisiydi.
Bu soruşturmaların sonucunda
Yagoda ile Yezhov görevlerinden alınıp tutuklandılar; bütün siyasal suçlamalar
yeniden soruşturuldu ve binlerce adli hata düzeltildi.
Stalin’i kitlesel kıyım yapmakla
suçlayan kitaplıklar dolusu kitabın yayımlanmasının baş nedeni işte bu sorundu.
Robert Conquest’ın The Great
Terror (Büyük Terör) gibi kitaplarının her yeni basısında Stalin’in tahmini
“kurbanları”nın sayısına milyonlar eklenerek gülünç rakamlara ulaşıldı.
Karşı-devrimin tamamlanmasından sonra Boris Yeltsin Sovyet mahpuslarına ilişkin
resmi rakamları yayımladığında ve bunların sayısının ABD’ndeki mahpusların
sayısından daha az olduğu ortaya çıktığında dünya medyası tuhaf bir sessizliğe
büründü.
Sosyalizmi fiilen yıkma
onursuzluğu ise, 1964’te Kruşçev’in yerine Parti Genel Sekreterliği makamına
geçen Brejnev’e düştü. “Merkezsizleştirme” görüntüsü altında gerçekleştirilen
Brejnev’in “ekonomik reformları” uyarınca, sosyalizmin temellerinden biri olan
merkezi planlamanın yerine kapitalizmin temellerinden biri olan üretimin kar
motifi aracılığıyla düzenlenmesini geçirme doğrultusunda bir dizi adım atıldı.
O andan itibaren her şey başaşağı
gitmeye başladı.
1991’de hemen hemen herhangi bir
muhalefet olmaksızın Sovyetler Birliği’yle birlikte feshedilen, sosyalizm
değil, kapitalizmin özellikle kokuşmuş, demokratik-olmayan ve faşizme yakın bir
biçimiydi.
Bir zamanlar birleşik bir devlet
olan Sovyetler Birliği bugün, Kruşçev, Brejnev ve Gorbaçov gibi sahte
komünistler sayesinde, iflas etmiş olmalarına rağmen birbirleriyle çoğu zaman
savaş halinde bulunan rakip prensliklere bölünmüştür.
Ama bazıları, eski Sovyetler
Birliği halklarının artık “özgür” olduğunu söylüyorlar. Onlar,
işsiz kalma; eğer iş bulacak
kadar talihliyseler, işverenlerinin bankaları iflas ettiği için aylarca
ücretsiz yaşama özgürlüğüne,
mafya milyonerleri iseler Rolls-Royce
marka araba alma özgürlüğüne,
kirlenmiş su içmekte özgürlüğüne,
herhangi bir köşe başında bir kaç
peni karşılığı para için soyulma özgürlüğüne sahipler.
Bugün Rus haber filmlerinde
göstericilerin Stalin portreleri taşımaları kimseyi şaşırtmamalı! Göstericiler
için Stalin resimleri, geçici olarak yoksun bırakıldıkları sosyalizmi
simgemektedir.
Eğer insanlar -bazen yaptıkları
gibi- beni “Stalinist” olarak nitelerlerse, ben, hak etmemiş olmakla birlikte
bunu bir kompliman sayarım.
Başta yeni-sömürge ülkeler olmak
üzere tüm dünyada her yıl on milyonlarca erkek, kadın ve çocuğun yaşadığı
yoksulluğun nedeni olan kapitalist ve emperyalist sistemi yıkmak için bütün
yaşamı boyunca, savaşım vermiş büyük bir ilerici kişilik olan Stalin’in anısı
önünde saygıyla eğiliyorum.
Dünyanın en büyük davası olan
insanlığın kurtuluşu için bütün yaşamı boyunca savaşım vermiş olan Stalin’in
anısı önünde saygıyla eğiliyorum.
Bill Bland, 30 Nisan 1999
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder