Haklılık Hırsızları


                                                                                                                                                    Yaşantımız sanki ateşten gömlek
                                                                                                                                                       İçimizden gelir bin defa ölmek
                                                                                                                                               Hakkımız değil mi bizim de gülmek?
                                                                                                                                                         Bizi bu fark yaraları öldürür
                                                                                                             
                                                                                                                                                     Müslüm Gürses - Fark Yaraları
 

Zizek’in verdiği örnekte liberal baba asıl despot baba olarak niteleniyor. Görünüşte despot-buyurgan baba çocuğuna “Kalk, babaannene gidiyoruz.” diyor. Liberal olansa “Babaannene gitmek istemiyor olabilirsin. Ama unutma ki o yaşlı bir kadın ve sen onu ziyaret etmezsen çok üzülecek, onu mutlu etmek istemez misin?” diye uzun bir söylev çekiyor.  Liberal babanın söyledikleri despot babanın “Gidilecek!” emrinin netliğiyle karşıtlık içinde şu gizli mesajı içeriyor: “Hem gidilecek, hem de bu durumdan zevk alınacak!” Asıl despotluk elbette bu ikincisidir. Liberal gizli [ama açık olandan daha amansız] bir despottur.

Televizyonda Sağlık Faşizmi Bakanlığının sigara karşıtı bir “kamu spotu” “dönüyor”. Spotta küçük bir kız babası hakkında “o kadar pis kokuyordu ki yanına yaklaşamıyordum.” diyor. Millet de bunu izleyip [Allah bilir] evdeki tiryaki babalara yan gözle kötü kötü bakıyor. Hiç kimse “Ulan, babaya pis denir mi?” demiyor. Spotun final cümlesi de şöyle: “Hayat senin, karar senin”. Buna göre sigarayı bırakıp bırakmama özgürlüğümüz var ama bu özgürlüğü sigara içmeye devam etmek yönünde kullanırsak canımızdan bir parça olan kızımızın, karımızın, konu komşunun bize “pis herif” demesine de katlanmamız icap ediyor. Bundan ala despotluk olur mu?

Peki bu, bizdenmiş gibi görünmeye debelenen, despotların kalplerinde ne gizleniyor?

Ahmet Kaya’yla dost olduğu yalanını söyleyenlerin yüreğinde onun yüreğindeki ateşin közü dahi bulunuyor mu? Asla! Bunların hiçbiri “Artık sigarayı üç pakete çıkardım günde, olsun gözüm olsun, ne olacaksa olsun!” demeye yürek yetiremiyor.

Bir filmde bir adam kaplıca havuzundaki buruşuklara bakıp “Şunlara bak, sonsuza kadar yaşamak istiyorlar.” diyor tiksinerek. Bu “yeni Müslümanlar” da sonsuza kadar yaşamak ve sonsuza kadar yaşamak isteyenlerden müteşekkil bir toplum bina etmek istiyorlar. Toplum mühendisliği yapmakla itham ettikleri soysuzlara ne kadar da benziyorlar!

İlyas Kuncak gerçekleştirdiği eylemin aslî planına göre kamyonu kullanacak kişi değil. Eyleme bizatihi katılmayacak bile, sadece örgütlenmesinde rolü olması planlanıyor. Eylemde kullanılacak kamyonun şoförü gelmeyince kamyona atlayıp eylemi gerçekleştiriyor.

Sonsuza kadar yaşamak isteyenler Kuncak’a baksınlar da tövbe edip arınsınlar! Bunlara Müslüman diyenin ağzında Müslüman küfürdür!

Mühendislik Latince ve Arapçada inşa etmek, bina etmek, yaratmak gibi anlamlara sahip kelime köklerinden geliyor. “Tersine mühendislik” denen disiplin ise adı üzerinde çatılmış, bina edilmiş olanı parçalarına ayırmayı, onu bir analiz nesnesi olarak edinmeyi anlatıyor. Tersine mühendislik uygulamada en çok başkasının teknolojisini kopya etmekle vücut buluyor. AKP’nin tersine mühendisliği Kemal’in binasını analiz edip onun bileşenlerini parçalılık halinde “dondurmak” girişimine dayanıyor. AKP Kemal’in binasını tersten kuruyor.

Kemalizm bir sonuçsa AKP onun nedenlerine dönmeyi anlatıyor. Şimdi Türkiye’de Kemalizmin nedenleri iktidardadır. Kemalizmin benzeştirerek bütünlemek istediğini AKP “müstakil bütünlükler” halinde benzeştirmek istiyor.

Kemalizmin 1930’larda formülasyon bulduğu söylenir; tartışılabilir. Ancak bilinen o ki oluşum halindeki “Türk” burjuvazisi ile toprak sahiplerinin Hıristiyan sermayesine karşı ve işçileri ve köylüleri tepeleyerek ittifak etme niyeti en sonunda Kemalizm çıktısını veriyor. Kemalizm -kimilerine göre Yahudilik eliyle yürütülen- bir rekabetin çocuğudur.

Rekabet eylemli mülkiyettir. Mülkiyet ise donmuş rekabet oluyor. Mülkiyetin toplaşması rekabetin sonucu, çözüşmesi ise nedenidir. Her ikisi de özel mülkiyet rejiminden neşet ediyor. Aralarında bir fark bulunmuyor.

AKP’nin iktidarı mülkiyetin hâkimiyetini ifade ediyor.

Eczacı bir arkadaş işe alacağı kalfa adayına “Bu eczanede geleneksel anlamda hiyerarşi yok” demişti. Bu orada çalışan herkesin doğrudan o eczacı arkadaşa bağlı olması demek. Bu hiyerarşi üstü bir hiyerarşinin işareti.

İstanbul’u neden sevdiğini izahen “İstanbul’da hiyerarşi yok” diyen biri bu “sözde” hiyerarşi yokluğunun bedelinin İstanbul denen “ilah”a biat etmek olduğunu görmüyor.

İnsanlar kullukta eşit. Ancak yukarıdaki örnekler bu halleriyle şu İslam hakikatini gizliyorlar: “Üstünlük takvadadır”.

Demek ki eşitlik “insan hakları evrensel beyannamesi”nin yutturmaya çalıştığı gibi “bedava” değil.

AKP, rakipleri yenilmiş Kemalizmdir.

Böyle bir Kemalizmin “farklılıkların eşit birliği” vaazı kendine duyduğu güvenden kaynaklanıyor. Zira yeni Kemalistler eşitliğin önkoşulu olacak olan, eylemli eşitlik olan, eşitliği hak etme mücadelesinin cephaneliği demek olan takvanın bittiğini düşünüyorlar.

Yanılıyorlar.

Bu “kafirler” farklılık faşizmini farksızlık faşizmine yeğleyeceğimizi sanıyorlar.

Cahil Erdoğan hayatında bir tek Müslüm Gürses şarkısı dinlememiş olduğu için ne “Fark Yaraları”nı ne de “Farklı Değilim”i biliyor. Dermanını dertte bulan dervişler misali onun şarkılarında zulmedene karşı mağrur durma imkânını bulan bizlerin [ve bizatihi Müslüm Babanın kendisinin] farklılığımızla kabul edilmek gibi bir derdimiz var sanıyor. Kendi pis ideolojisinin evrenine bizi de katıp haklı görünmek istiyor. Bizim haklılığımızı çalmaya yelteniyor.

Müslüm Baba “ruhsuz dünyanın ruhudur”.

Bu “yeni Müslümanlar” da, bunların liberal kıç yalayıcıları da, bu ikisine sabah akşam küfredip tüm dertleri onlardan zalimliği devralmak olanlar da, bizim ruhumuzu bedenimizin iti, bedenimizi ruhumuzun rüşvetçisi etmeye niyet ediyorlar.

Arabesk düşmanlığı edenler de, “arabesk de bir renktir, farklılıklarımızla yaşamayı öğrenelim” diyenler de “elleri kırılsın” diyenle “elleri kırılacak” diyeni iki ayrı kişi sanıyor. Beddua edeni ruh, sıktığı yumruğu zalimin beynine indireni beden diye belliyorlar. Bütün ideolojik faaliyetleri bu ikisini mutlak surette ayırıp yalıtmaya dayanıyor. Elleri kırılsın diyenin gün gelip o elleri kıracağını hesap edemiyorlar.

Kemalistlerin arabeske dair “tevekkül” eleştirisi yine Kemalistlerin İslamcılara yönelik “takiyye” eleştirisini hatırlatıyor. Bu memleketin sahibi olanlar, politikayı kitlelere yasak edenler, -yanlış ağızlarında- takiyye eleştirisiyle her zamanki kibirlerini sergiliyorlar, o kadar. Tevekkül meselesine gelince; o Allah’ı kendine vekil kılmayı anlatıyor. Allahsızlar, ya da doğrusu kendini -haşa- Allah sananlar Allah’ın vekaletini küçümserken fukaranın kılıç kuşanmak için Allah’ın yere inmesini beklediğini düşünüyorlar. Bu zalimler bilmezler ki Allah göğün olduğu gibi yerin de Allah’ıdır.

İşte böylece ‘eleştirici’ toplumun tüm sevinçlerinden yoksun bırakılmıştır, ama onun acılarını da bilmez. O ne dostluğu ne de sevgiyi tanır; ama buna karşılık, karaçalmanın onun üzerinde hiçbir etkisi yoktur; hiçbir şey onu küçük düşüremez; hiçbir nefret, hiçbir kıskançlık ona dokunamaz; küskünlük ve üzüntü onun için bilinmeyen heyecanlardır.”

Marks’ın, Engels’in de katkısıyla, “Kutsal Aile”de taifesiyle birlikte yerin dibine soktuğu “Eleştirel Eleştirici” Bruno Bauer böyle söylemiş 170 sene evvel. Kitlelere karşı korkuyla karışık bir tiksinti besleyen Cumhuriyetçi takımı ve bu tiksintiyi zahirde açık etmeyen ve kendi varlığını her türlü kitleselliğin üzerinde gören Demokrat zevat da Bauer gibi acıdan azadeliğini sevinçten ârîliğine borçlu. Bütün sinirleri alınmış ve bir bitkisel hayata mahkûm yaşıyor bunlar. Hiçbir heyecanları yok. Ne küfretmeyi, ne ilenmeyi biliyorlar. Sevinmekten İblis Naim Şahin’in anladığı gibi takla atmayı anlıyorlar. Saadeti zilletten uzak olmak zannediyorlar. Devrimcilerin serlerinden geçmelerini ancak ve ancak kanser üzerinden anlamlandırabilmeleri gibi bir “küskün”ün koluna attığı jilet de onlara “metafizik” geliyor. Kendi aklını devletinkiyle, devletin aklını kendininkiyle bir tutan devletçi olsa olsa akılsızlık buluyor o jiletin akıttığı kanda. Devletin içeremediğini devlet adına içermeyi görev bilen sivil toplumcu ise o kan üzerine sıçramasın diye onu “soyutluyor”, önce “köyden kente göç”e indirgiyor onu, sonra da kendi deyişiyle “bu oluşan yeni kimliği” kimlikler kataloğuna hapsediyor. Polis bizi tek tek fişlerken o topyekun fişliyor. O küskünle “kan kardeşi” olmak aklının ucundan bile geçmiyor onun.

Bu sonuncular post modern edebiyatın gelişini kutlarken açıkça 12 Eylül’e şükranlarını sunuyorlar. Söyledikleri “12 Eylül getirdiği yasaklarla sekter sınıfçı edebiyattan kopuşa yol açıp yeni biçim arayışlarını tetikleyerek farkında olmadan edebiyat dünyasına bir iyilik yaptı.” biçiminde özetlenebilecek Yıldız Ecevit gibilerinin gizledikleri hakikat şu: O sekter sınıfçı edebiyatı üretenler zaten sırtlarındaki bu yükten kurtulmak için bir 12 Eylül umuduyla yanıp tutuşuyorlardı.

12 Eylül’le “güneşi gören” küçük burjuvazi kendi zihninde arabeski “kent kültüründe melez bir renk” diye rehabilite edip Kürtleri, eşcinseller ve feministlerle yan yana getirirken egemen kültürün hiyerarşik yapısına itiraz ettiği yalanını söylüyor. Gerçekte ise devletin dikey hiyerarşisine karşı şirketlerin yatay hiyerarşisi örgütleniyor. Antipolitik devlet ile apolitik sivil-toplum elele vererek hayatın ve mücadelenin kanlı canlı hiyerarşisinden kaçmak isteyenlerin yuvasını kuruyorlar. 

İşçi olmak istemeyenleri, ana-bacı-yâr olmayı zul addedenleri, Kürt olmaktan usananları, Aleviliği arkaik hümanizm bilenleri, Müslümanlığı “körlerin fili anladığı gibi” anlatanları, sosyalistliği “gerçek demokratlık” kılığına sokmaya uğraşanları farklılığın sıcak kucağına çağırıyorlar. Kendi “soyut tepelerinden” baktıklarında biz onlara “farksız” görünmeye devam ediyoruz hâlbuki.

Müslüm Baba bir şarkısında “Karanlık çökünce sokağınıza/ Köşede ben varım; unutamazsın” diyordu. O şarkıda sevdiğinin yolunda nöbete duran, onun “unutma ihtimaline” isyan eden bir delikanlı konuşuyordu. Bizim işimiz de devletiyle/küçük-büyük burjuvazisiyle haklılığımızı bizden çalıp bize geri satmaya çalışanlara, bizi “melez bir renk” olduğumuza inandırmak isteyenlere karanlık köşelerdeki "kara" varlığımızı unutturmamak olmalı.  Unutmasınlar. Unutmasınlar ki bir jiletin her iki yanı da keskindir.
 
                                                                                                                                                                                      M. Ocakçı

1 yorum:

  1. 15 Temmuz 2016 kalkışması amacına ulaşsaydı, bilimkadınları «15 Temmuz Hareketi bir devrim değilse de, önemli sosyo-politik sonuçlar doğuran, toplumu ilerletici bir etken olmuştur» diye yazacaklardı. BEHiCE BORAN 27 Mayıs için tam böyle yazmış da, ona istinaden söylüyorum [bkz: Yeni Ortam gzt., 27 Mayıs 1975 Salı].

    YanıtlaSil