Haklılık Hırsızları


                                                                                                                                                    Yaşantımız sanki ateşten gömlek
                                                                                                                                                       İçimizden gelir bin defa ölmek
                                                                                                                                               Hakkımız değil mi bizim de gülmek?
                                                                                                                                                         Bizi bu fark yaraları öldürür
                                                                                                             
                                                                                                                                                     Müslüm Gürses - Fark Yaraları
 

Zizek’in verdiği örnekte liberal baba asıl despot baba olarak niteleniyor. Görünüşte despot-buyurgan baba çocuğuna “Kalk, babaannene gidiyoruz.” diyor. Liberal olansa “Babaannene gitmek istemiyor olabilirsin. Ama unutma ki o yaşlı bir kadın ve sen onu ziyaret etmezsen çok üzülecek, onu mutlu etmek istemez misin?” diye uzun bir söylev çekiyor.  Liberal babanın söyledikleri despot babanın “Gidilecek!” emrinin netliğiyle karşıtlık içinde şu gizli mesajı içeriyor: “Hem gidilecek, hem de bu durumdan zevk alınacak!” Asıl despotluk elbette bu ikincisidir. Liberal gizli [ama açık olandan daha amansız] bir despottur.

Televizyonda Sağlık Faşizmi Bakanlığının sigara karşıtı bir “kamu spotu” “dönüyor”. Spotta küçük bir kız babası hakkında “o kadar pis kokuyordu ki yanına yaklaşamıyordum.” diyor. Millet de bunu izleyip [Allah bilir] evdeki tiryaki babalara yan gözle kötü kötü bakıyor. Hiç kimse “Ulan, babaya pis denir mi?” demiyor. Spotun final cümlesi de şöyle: “Hayat senin, karar senin”. Buna göre sigarayı bırakıp bırakmama özgürlüğümüz var ama bu özgürlüğü sigara içmeye devam etmek yönünde kullanırsak canımızdan bir parça olan kızımızın, karımızın, konu komşunun bize “pis herif” demesine de katlanmamız icap ediyor. Bundan ala despotluk olur mu?

Peki bu, bizdenmiş gibi görünmeye debelenen, despotların kalplerinde ne gizleniyor?

Ahmet Kaya’yla dost olduğu yalanını söyleyenlerin yüreğinde onun yüreğindeki ateşin közü dahi bulunuyor mu? Asla! Bunların hiçbiri “Artık sigarayı üç pakete çıkardım günde, olsun gözüm olsun, ne olacaksa olsun!” demeye yürek yetiremiyor.

Bir filmde bir adam kaplıca havuzundaki buruşuklara bakıp “Şunlara bak, sonsuza kadar yaşamak istiyorlar.” diyor tiksinerek. Bu “yeni Müslümanlar” da sonsuza kadar yaşamak ve sonsuza kadar yaşamak isteyenlerden müteşekkil bir toplum bina etmek istiyorlar. Toplum mühendisliği yapmakla itham ettikleri soysuzlara ne kadar da benziyorlar!

İlyas Kuncak gerçekleştirdiği eylemin aslî planına göre kamyonu kullanacak kişi değil. Eyleme bizatihi katılmayacak bile, sadece örgütlenmesinde rolü olması planlanıyor. Eylemde kullanılacak kamyonun şoförü gelmeyince kamyona atlayıp eylemi gerçekleştiriyor.

Sonsuza kadar yaşamak isteyenler Kuncak’a baksınlar da tövbe edip arınsınlar! Bunlara Müslüman diyenin ağzında Müslüman küfürdür!

Mühendislik Latince ve Arapçada inşa etmek, bina etmek, yaratmak gibi anlamlara sahip kelime köklerinden geliyor. “Tersine mühendislik” denen disiplin ise adı üzerinde çatılmış, bina edilmiş olanı parçalarına ayırmayı, onu bir analiz nesnesi olarak edinmeyi anlatıyor. Tersine mühendislik uygulamada en çok başkasının teknolojisini kopya etmekle vücut buluyor. AKP’nin tersine mühendisliği Kemal’in binasını analiz edip onun bileşenlerini parçalılık halinde “dondurmak” girişimine dayanıyor. AKP Kemal’in binasını tersten kuruyor.

Kemalizm bir sonuçsa AKP onun nedenlerine dönmeyi anlatıyor. Şimdi Türkiye’de Kemalizmin nedenleri iktidardadır. Kemalizmin benzeştirerek bütünlemek istediğini AKP “müstakil bütünlükler” halinde benzeştirmek istiyor.

Kemalizmin 1930’larda formülasyon bulduğu söylenir; tartışılabilir. Ancak bilinen o ki oluşum halindeki “Türk” burjuvazisi ile toprak sahiplerinin Hıristiyan sermayesine karşı ve işçileri ve köylüleri tepeleyerek ittifak etme niyeti en sonunda Kemalizm çıktısını veriyor. Kemalizm -kimilerine göre Yahudilik eliyle yürütülen- bir rekabetin çocuğudur.

Rekabet eylemli mülkiyettir. Mülkiyet ise donmuş rekabet oluyor. Mülkiyetin toplaşması rekabetin sonucu, çözüşmesi ise nedenidir. Her ikisi de özel mülkiyet rejiminden neşet ediyor. Aralarında bir fark bulunmuyor.

AKP’nin iktidarı mülkiyetin hâkimiyetini ifade ediyor.

Eczacı bir arkadaş işe alacağı kalfa adayına “Bu eczanede geleneksel anlamda hiyerarşi yok” demişti. Bu orada çalışan herkesin doğrudan o eczacı arkadaşa bağlı olması demek. Bu hiyerarşi üstü bir hiyerarşinin işareti.

İstanbul’u neden sevdiğini izahen “İstanbul’da hiyerarşi yok” diyen biri bu “sözde” hiyerarşi yokluğunun bedelinin İstanbul denen “ilah”a biat etmek olduğunu görmüyor.

İnsanlar kullukta eşit. Ancak yukarıdaki örnekler bu halleriyle şu İslam hakikatini gizliyorlar: “Üstünlük takvadadır”.

Demek ki eşitlik “insan hakları evrensel beyannamesi”nin yutturmaya çalıştığı gibi “bedava” değil.

AKP, rakipleri yenilmiş Kemalizmdir.

Böyle bir Kemalizmin “farklılıkların eşit birliği” vaazı kendine duyduğu güvenden kaynaklanıyor. Zira yeni Kemalistler eşitliğin önkoşulu olacak olan, eylemli eşitlik olan, eşitliği hak etme mücadelesinin cephaneliği demek olan takvanın bittiğini düşünüyorlar.

Yanılıyorlar.

Bu “kafirler” farklılık faşizmini farksızlık faşizmine yeğleyeceğimizi sanıyorlar.

Cahil Erdoğan hayatında bir tek Müslüm Gürses şarkısı dinlememiş olduğu için ne “Fark Yaraları”nı ne de “Farklı Değilim”i biliyor. Dermanını dertte bulan dervişler misali onun şarkılarında zulmedene karşı mağrur durma imkânını bulan bizlerin [ve bizatihi Müslüm Babanın kendisinin] farklılığımızla kabul edilmek gibi bir derdimiz var sanıyor. Kendi pis ideolojisinin evrenine bizi de katıp haklı görünmek istiyor. Bizim haklılığımızı çalmaya yelteniyor.

Müslüm Baba “ruhsuz dünyanın ruhudur”.

Bu “yeni Müslümanlar” da, bunların liberal kıç yalayıcıları da, bu ikisine sabah akşam küfredip tüm dertleri onlardan zalimliği devralmak olanlar da, bizim ruhumuzu bedenimizin iti, bedenimizi ruhumuzun rüşvetçisi etmeye niyet ediyorlar.

Arabesk düşmanlığı edenler de, “arabesk de bir renktir, farklılıklarımızla yaşamayı öğrenelim” diyenler de “elleri kırılsın” diyenle “elleri kırılacak” diyeni iki ayrı kişi sanıyor. Beddua edeni ruh, sıktığı yumruğu zalimin beynine indireni beden diye belliyorlar. Bütün ideolojik faaliyetleri bu ikisini mutlak surette ayırıp yalıtmaya dayanıyor. Elleri kırılsın diyenin gün gelip o elleri kıracağını hesap edemiyorlar.

Kemalistlerin arabeske dair “tevekkül” eleştirisi yine Kemalistlerin İslamcılara yönelik “takiyye” eleştirisini hatırlatıyor. Bu memleketin sahibi olanlar, politikayı kitlelere yasak edenler, -yanlış ağızlarında- takiyye eleştirisiyle her zamanki kibirlerini sergiliyorlar, o kadar. Tevekkül meselesine gelince; o Allah’ı kendine vekil kılmayı anlatıyor. Allahsızlar, ya da doğrusu kendini -haşa- Allah sananlar Allah’ın vekaletini küçümserken fukaranın kılıç kuşanmak için Allah’ın yere inmesini beklediğini düşünüyorlar. Bu zalimler bilmezler ki Allah göğün olduğu gibi yerin de Allah’ıdır.

İşte böylece ‘eleştirici’ toplumun tüm sevinçlerinden yoksun bırakılmıştır, ama onun acılarını da bilmez. O ne dostluğu ne de sevgiyi tanır; ama buna karşılık, karaçalmanın onun üzerinde hiçbir etkisi yoktur; hiçbir şey onu küçük düşüremez; hiçbir nefret, hiçbir kıskançlık ona dokunamaz; küskünlük ve üzüntü onun için bilinmeyen heyecanlardır.”

Marks’ın, Engels’in de katkısıyla, “Kutsal Aile”de taifesiyle birlikte yerin dibine soktuğu “Eleştirel Eleştirici” Bruno Bauer böyle söylemiş 170 sene evvel. Kitlelere karşı korkuyla karışık bir tiksinti besleyen Cumhuriyetçi takımı ve bu tiksintiyi zahirde açık etmeyen ve kendi varlığını her türlü kitleselliğin üzerinde gören Demokrat zevat da Bauer gibi acıdan azadeliğini sevinçten ârîliğine borçlu. Bütün sinirleri alınmış ve bir bitkisel hayata mahkûm yaşıyor bunlar. Hiçbir heyecanları yok. Ne küfretmeyi, ne ilenmeyi biliyorlar. Sevinmekten İblis Naim Şahin’in anladığı gibi takla atmayı anlıyorlar. Saadeti zilletten uzak olmak zannediyorlar. Devrimcilerin serlerinden geçmelerini ancak ve ancak kanser üzerinden anlamlandırabilmeleri gibi bir “küskün”ün koluna attığı jilet de onlara “metafizik” geliyor. Kendi aklını devletinkiyle, devletin aklını kendininkiyle bir tutan devletçi olsa olsa akılsızlık buluyor o jiletin akıttığı kanda. Devletin içeremediğini devlet adına içermeyi görev bilen sivil toplumcu ise o kan üzerine sıçramasın diye onu “soyutluyor”, önce “köyden kente göç”e indirgiyor onu, sonra da kendi deyişiyle “bu oluşan yeni kimliği” kimlikler kataloğuna hapsediyor. Polis bizi tek tek fişlerken o topyekun fişliyor. O küskünle “kan kardeşi” olmak aklının ucundan bile geçmiyor onun.

Bu sonuncular post modern edebiyatın gelişini kutlarken açıkça 12 Eylül’e şükranlarını sunuyorlar. Söyledikleri “12 Eylül getirdiği yasaklarla sekter sınıfçı edebiyattan kopuşa yol açıp yeni biçim arayışlarını tetikleyerek farkında olmadan edebiyat dünyasına bir iyilik yaptı.” biçiminde özetlenebilecek Yıldız Ecevit gibilerinin gizledikleri hakikat şu: O sekter sınıfçı edebiyatı üretenler zaten sırtlarındaki bu yükten kurtulmak için bir 12 Eylül umuduyla yanıp tutuşuyorlardı.

12 Eylül’le “güneşi gören” küçük burjuvazi kendi zihninde arabeski “kent kültüründe melez bir renk” diye rehabilite edip Kürtleri, eşcinseller ve feministlerle yan yana getirirken egemen kültürün hiyerarşik yapısına itiraz ettiği yalanını söylüyor. Gerçekte ise devletin dikey hiyerarşisine karşı şirketlerin yatay hiyerarşisi örgütleniyor. Antipolitik devlet ile apolitik sivil-toplum elele vererek hayatın ve mücadelenin kanlı canlı hiyerarşisinden kaçmak isteyenlerin yuvasını kuruyorlar. 

İşçi olmak istemeyenleri, ana-bacı-yâr olmayı zul addedenleri, Kürt olmaktan usananları, Aleviliği arkaik hümanizm bilenleri, Müslümanlığı “körlerin fili anladığı gibi” anlatanları, sosyalistliği “gerçek demokratlık” kılığına sokmaya uğraşanları farklılığın sıcak kucağına çağırıyorlar. Kendi “soyut tepelerinden” baktıklarında biz onlara “farksız” görünmeye devam ediyoruz hâlbuki.

Müslüm Baba bir şarkısında “Karanlık çökünce sokağınıza/ Köşede ben varım; unutamazsın” diyordu. O şarkıda sevdiğinin yolunda nöbete duran, onun “unutma ihtimaline” isyan eden bir delikanlı konuşuyordu. Bizim işimiz de devletiyle/küçük-büyük burjuvazisiyle haklılığımızı bizden çalıp bize geri satmaya çalışanlara, bizi “melez bir renk” olduğumuza inandırmak isteyenlere karanlık köşelerdeki "kara" varlığımızı unutturmamak olmalı.  Unutmasınlar. Unutmasınlar ki bir jiletin her iki yanı da keskindir.
 
                                                                                                                                                                                      M. Ocakçı

Stalinizm*



(Çeviren Garbis Altınoğlu)

Stalinizm üzerine huzurunuzda bir konuşma yapmam için beni davet etmiş bulunan Sarat Akademisi’ne minnettarım. 

Ancak, Stalin’in büyük bir hayranı olmam ve “Stalinizm” sözcüğünün, daha sonra kendisine yapılacak siyasal saldırılara hazırlık çerçevesinde Stalin’in örtülü düşmanları -özellikle Nikita Kruşçev- tarafından çıkarılmış olması nedeniyle konu seçiminiz beni belli bir güçlükle karşı karşıya bırakıyor.

Aslında bugün “Stalinizm”, insanların kabul etmedikleri siyasal düşünceleri ifade etmek için kullandıkları anlamsız bir aşağılama terimi haline gelmiştir. Muhafazakar basın bazen Tony Blair’i bile “Stalinist” olarak tanımlamakta ve sağ olmuş olması halinde Stalin’e, bir iftira davası açmak için sağlam gerekçeler  sunmaktadır!

Stalin her zaman kendisini alçakgönüllü bir biçimde “Lenin’in bir öğrencisi” olarak anmıştı. Ben de onun örneğini izleyecek ve “Stalinizm” terimini “Marksizm-Leninizm” olarak yorumlayacağım.

Britanya tarihinde Stalin’e en yakın kişilik belki de, herkesin okul tarih kitaplarından ve Şekspir’den, küçük prensleri Kule’de öldürmüş olduğunu “öğrendiği” -“öğrendiği” sözcüğünü tırnak işareti içine koyuyorum- zalim ve fiziksel bakımdan sakat bir canavar olan Üçüncü Richard’dır. 

Richard’ın herkesçe kabul edilen bu portresinin, tahtı kendisinden gasbeden ve onu öldüren Tudor hanedanından ardılları tarafından çizildiğini ciddi tarihçiler ancak son zamanlarda kavramaya başlamışlardır. 

Onlar doğal olarak daha sonra tarih kayıtlarını, kendilerinin tahtı gasbetmelerini meşrulaştıracak tarzda yeniden yazmaya giriştiler ve hatta Richard’ın portrelerini onu fiziksel bakımdan sakat olarak ve hem fiziksel hem de moral açıdan bir canavar olarak gösterecek biçimde değiştirdiler. Bir başka deyişle, Richard’ın bugün genel kabul gören portresi tarihsel gerçeğin değil, onun siyasal muhaliflerinin propagandasının ürünüdür.

Dolayısıyla, şu soruyu sorma hakkına sahibiz: Sözümona “Kremlinolojistler”in bize sunduğu Stalin portresi acaba tarihsel gerçekliğin kendisi midir yoksa bayağı bir propaganda mı?

Lenin ve Stalin’in önderliği altında inşa edilen Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği bugün artık yok. Peki, birçok insanın söylediği gibi, bunun böyle olması, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin başarısızlığa uğradığı anlamına mı gelmektedir?

Burada sadece bir istatistik dizisi sunmak istiyorum. Stalin, Ocak 1939’da Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 17. Kongresi’ne sunduğu raporda Batılı kaynaklara dayanarak değişik ülkelerin sınai üretiminin 1913 yılına kıyasla ne kadar büyüdüğüne ilişkin rakamlar verdi. Bu rakamlar şöyleydi:

Almanya: % -24.6
Britanya: % -14.8
ABD: % +10.2
SSCB: % +291.9

Gerçekten de, Stalin’in önderliği altında kurulan merkezi planlı ekonomi koşullarında Rusya’nın birkaç on yıl içinde, geri bir tarım ülkesinden, 1941-45 döneminde Batı Avrupa’nın tümünün kaynaklarından yararlanabilen Almanya’nın saldırısını yenilgiye uğratabilecek güçte ileri bir sanayi ülkesi haline gelmesini sağlayan bir dönüşüm geçirdiği tartışma götürmez bir olgudur.

Stalin’den bir “diktatör” diye söz edilmesi çok yaygındır.

Katı bir Sovyet karşıtı olan Eugene Lyons adlı bir Amerikan yazarı bir kezinde Stalin’e doğrudan şu soruyu yöneltmişti: “Siz bir diktatör müsünüz?” Lyons sözlerini şöyle sürdürüyor:

"Stalin, sorunun budalaca olduğunu ima edercesine gülümsedi."

"O yavaşça ‘Hayır’, dedi. ‘Ben diktatör falan değilim. Bu sözcüğü kullananlar Sovyet hükümet sistemini ve Komünist Partisinin metodlarını anlamıyorlar. Hiç bir birey ya da birey grubu görüşlerini dikte edemez. Kararları Parti alır."

Britanyalı Fabyan iktisatçıları Sidney ve Beatrice Webb, Sovyet Komünizmi: Yeni Bir Uygarlık mı? adlı kapsamlı kitaplarında Stalin’in bir diktatör olduğu düşüncesini kesin bir biçimde reddetmişlerdir. Onlar şöyle diyorlardı:

"Stalin… Amerikan Anayasasının dört yıl boyuna birbiri ardısıra gelen başkanlara tanıdığı kadar geniş bir yetkilere sahip değildir…

SSCB’ndeki Komünist Partisi kendi örgütsel yönelimini saptamıştır.

Bu sistemde bireysel diktatörlüğe yer yoktur. Kişisel kararlara güven duyulmaz ve büyük bir ihtiyatla yaklaşılır."

Lenin ve Stalin döneminde Sovyet rejiminin resmi tanımının “proleter diktatörlüğü” olduğu doğrudur. Ancak bu, kişisel diktatörlük anlamına gelmemektedir. Bu sadece, iktidarın emekçi halkın elinde bulunduğu, siyasal iktidarı emekçi halkın elinden almayı amaçlayan siyasal faaliyetin yasadışı olduğu anlamına gelmektedir.

Tabii bu sonuncusu (bu tür siyasal faaliyetin yasadışı sayılması- G.A.), Londra ve Washington’daki resmi çevreler tarafından “anti-demokratik” olarak nitelenmekte ve “insan haklarının ağır bir biçimde çiğnenmesi” olarak algılanmaktadır.

Fakat, “demokrasi” sözcüğü “sıradan halkın yönetimi” anlamına gelir ve bu anlamda Stalin dönemi Sovyetler Birliği, herhangi bir Batılı ülkeden binlerce kez daha demokratikti.

“İnsan hakları”na gelince, 1966 tarihli BM İnsan Hakları Konvansiyonu, devletlerin yurttaşlarına “çalışma hakkı”nı güvence altına almaları gerektiğini buyurmaktadır.

Ancak, bu hakkın yaşama geçirilebilmesi, işsizliğin (Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nde olmuş olduğu gibi) kaldırılabilmesi, sadece sosyalist bir ülkede olanaklıdır. Kapitalist bir toplum, yükseliş dönemlerinde hemen devreye sokulabilecek işgücünü sağlayabilmek için Marks’ın “yedek işçi ordusu” dediği şeye gereksinim duyuyor.

Dolayısıyla, sosyalist bir ülkenin, kapitalizmin restorasyonunu amaçlayan siyasal faaliyeti yasaklaması, BM İnsan Hakları Konvansiyonu’yla tamamen bağdaşır.

İşin aslına bakılırsa, insan haklarına ilişkin gevezelik çoğu zaman sosyalizmi hedef alan bir propagandadan başka bir şey değildir. Yatırım özgürlüğüne izin verdiği sürece, Lombard Street ya da Wall Street açısından, turizm sektörü için sokakları temiz tutmak amacıyla her gece evsiz çocukları öldüren ölüm mangalarını sokağa salan çürümüş bir Orta Amerika “muz cumhuriyeti” bir “özgür ülke” sayılmaktadır.

Sovyet hainleri 1956’da sosyalizme karşı saldırılarını, Komünist Partisinin Şubat 1956’da toplanan 20. Kongresi’nde Stalin’e, kendi çevresinde bir “kişiye tapınma” örgütleme suçlamasını getirmek suretiyle başlattılar.

Stalin döneminde, Sovyetler Birliği’nde Stalin’in kişiliğine tapınma olduğu doğrudur. Fakat bu kişiye tapınma, Stalin tarafından değil, onun isteklerine rağmen örgütlenmişti. Aslında Stalin bu tapınmaya karşı çıkmış ve onunla alay etmişti.

Örneğin, Şubat 1938’de birisi çıkıp da Stalin’in Çocukluğuna İlişkin Öyküler başlıklı bir kitap yayımlamak istediğinde, Stalin tipik bir tarzda şunları yazacaktı:

"Ben, Stalin’in Çocukluğuna İlişkin Öyküler’in yayımlanmasına kesinlikle karşıyım."

"Bu kitap bir yığın belirsizliklerle, abartmalarla ve hak edilmemiş övgülerle dolu…"

"Ama…. asıl önemlisi onun, Sovyet çocuklarının (ve genelde halkının) zihinlerine liderlere tapınma ve yanılmaz kahramanlar eğilimini kazıması eğiliminde yatıyor. Bu, tehlikeli ve zararlıdır… Ben bu kitabın yakılmasını öneriyorum."

Stalin’in çevresinde gerçekten de bir “kişiye tapınma” oluşturulmuştu. Mart 1939’da Parti’nin 18. Kongresinde önde gelen bir komünist şöyle haykırmıştı:

" Ukrayna halkı yürekleri ve ruhlarıyla şunu duyururlar: ‘Yaşasın gözbebeğimiz Stalin!’ "

" ‘Yaşasın insanlığın yüce dehası… gözbebeğimiz Stalin yoldaş!’ "

Bu konuşmacı Nikita Kruşçev’di!

“Stalinizm” terimini uyduran ve Stalin’i Almanca’daki Lider anlamına gelen “Führer” sözcüğünün Rusça karşılığı olan “Vozhd” sözcüğüyle anmaya başlayan da Kruşçev’di.

Bir başka deyişle, Stalin’in çevresinde oluşturulan “kişiye tapınma” Stalin ve onu içtenlikle destekleyenler tarafından inşa edilmemişti; bu, daha sonra O’nu megalomanyak bir diktatör olarak nitelendirecek olan siyasal düşmanlarının saldırısının önsözünden başka bir şey değildi.

Stalin, bu sözde “sadakat” ve “yurtseverlik” belirtilerini engelleme olanağına sahip olmamakla birlikte hiç de aptal değildi ve 1937’de Alman yazar Lion Feuchtwanger’e söylediği gibi bu kişilerin amaçlarının kendisini daha ileriki bir tarihte “kötülemek” olduğunun farkındaydı.   

Stalin’in çevresinde bu yolla oluşturulan kişiye tapınma O’nun isteklerine aykırıydı; bu tapınmanın sürmesi olgusu Stalin’in, yaşamının son bir kaç yılında -diktatoryal bir iktidara sahip olmak bir yana- Sovyet liderliği içinde azınlıkta olduğunu gösterir.
 
Bu durum;

1927’den sonra Stalin’in Komünist Enternasyonal’da aktif bir rol oynamaması,

henüz yayımlanması tamamlanmamış olmasına rağmen Stalin’in yapıtlarının ölümünden dört yıl önce, yani 1949’da durdurulması,

yerleşik uygulamaya aykırı bir biçimde -Partinin Genel Sekreteri konumunda bulunmasına ve sağlığının iyi olmasına rağmen- Stalin’in 1952’deki 19. Parti Kongresine sunulan raporu okumaması gibi bir dizi tuhaf olguyu da açıklamaktadır.

İzninizle, sözümona “sosyalizmin başarısızlığı” konusuna dönmek istiyorum.

Britanya, Fransa, Polonya ve Japonya’nın silahlı kuvvetleri, sosyalizmin inşasına engel olmak için 1918’de yeni devlete saldırdılar. Ancak, başlangıçta yeni Sovyet devletinin örgütlü bir ordusu ya da deneyimli askeri yöneticileri olmamasına rağmen beş yıllık Müdahale Savaşı Sovyetlerin zaferiyle sonuçlandı.

Sosyalizmin düşmanları bu yenilgilerinden önemli bir ders çıkardılar; onlar sosyalizmin cepheden yapılacak doğrudan bir saldırıyla yıkılmasının son derece zayıf bir olasılık olduğu, onun ancak içerden, Komünist Partisi içinde önemli mevkilere gelmek için sıkı bir biçimde çalışan ve daha sonra sosyalizmi “modernleştirme” adına nüfuzlarını Partiyi, sosyalizmi zayıf düşürecek ve yavaş yavaş emekçi halkın desteğini yitirecek bir siyasal çizgiye çekmek için kullanan sosyalist kılıklı ajanları aracılığıyla yıkılabileceği sonucuna vardılar.

Bu Marksistlerin revizyonizm olarak adlandırdığı bir programdır; çünkü revizyonizm, bir yandan Marksizmi büyük ölçüde zararlı bir doğrultuda değiştirirken onu modernleştirmekten başka bir şey yapmadığını ileri sürer.

Stalin’in 1953’de ölümünden kısa bir süre sonra Kruşçev Sovyet Komünist Partisi’nin başına geçti. Ama o, Stalin’e açıkça saldıracak güveni kendinde ancak 1956’da, yani üç yıl sonra bulabildi ve o bu saldırıyı da Sovyetler Birliği’nde onyıllar boyunca asla yayımlanamayan gizli bir konuşma biçiminde gerçekleştirdi.

Stalin’e yönelik saldırı, Stalin’in ortaya koyduğu sosyalizmi inşa programına saldırının ve bu programın değiştirilmesinin zorunlu bir önsözüydü.
 
Stalin’e karşı sık sık yöneltilen suçlamalardan biri, O’nun Parti Genel Sekreterliği döneminde çok sayıda suçsuz insanın hatalı bir biçimde karşı-devrimci suçlar işledikleri gerekçesiyle hapse atılmış olmalarıdır. Diğer suçlamaların çoğundan farklı olarak, bu suçlama doğrudur. 1934-1938 yılları arasında -güvenlik polisini yöneten- İçişleri Halk Komiserliği makamında sırayla Genrikh Yagoda ve Nikolai Yezhov bulunuyordu. 1938’de yapılan kamuya açık duruşmada Yagoda, kompocu kafadarlarının tutuklanmalarını önlemek, sadık komünistleri hatalı suçlamalarla tutuklamak suretiyle komploya destek vermek için kendi yetkilerini nasıl kullandığını mahkemeye anlattı.

Bazı şeylerin son derece yanlış bir tarzda yürütüldüğünden kuşkulanan ve başında Aleksandr Poskrebişev’in bulunduğu kişisel sekretaryasının güvenlik polisi örgütünde neler olup bittiğini soruşturmasını sağlayan Stalin’in kendisiydi.

Bu soruşturmaların sonucunda Yagoda ile Yezhov görevlerinden alınıp tutuklandılar; bütün siyasal suçlamalar yeniden soruşturuldu ve binlerce adli hata düzeltildi.

Stalin’i kitlesel kıyım yapmakla suçlayan kitaplıklar dolusu kitabın yayımlanmasının baş nedeni işte bu sorundu.
 
Robert Conquest’ın The Great Terror (Büyük Terör) gibi kitaplarının her yeni basısında Stalin’in tahmini “kurbanları”nın sayısına milyonlar eklenerek gülünç rakamlara ulaşıldı. Karşı-devrimin tamamlanmasından sonra Boris Yeltsin Sovyet mahpuslarına ilişkin resmi rakamları yayımladığında ve bunların sayısının ABD’ndeki mahpusların sayısından daha az olduğu ortaya çıktığında dünya medyası tuhaf bir sessizliğe büründü.

Sosyalizmi fiilen yıkma onursuzluğu ise, 1964’te Kruşçev’in yerine Parti Genel Sekreterliği makamına geçen Brejnev’e düştü. “Merkezsizleştirme” görüntüsü altında gerçekleştirilen Brejnev’in “ekonomik reformları” uyarınca, sosyalizmin temellerinden biri olan merkezi planlamanın yerine kapitalizmin temellerinden biri olan üretimin kar motifi aracılığıyla düzenlenmesini geçirme doğrultusunda bir dizi adım atıldı.

O andan itibaren her şey başaşağı gitmeye başladı.

1991’de hemen hemen herhangi bir muhalefet olmaksızın Sovyetler Birliği’yle birlikte feshedilen, sosyalizm değil, kapitalizmin özellikle kokuşmuş, demokratik-olmayan ve faşizme yakın bir biçimiydi.

Bir zamanlar birleşik bir devlet olan Sovyetler Birliği bugün, Kruşçev, Brejnev ve Gorbaçov gibi sahte komünistler sayesinde, iflas etmiş olmalarına rağmen birbirleriyle çoğu zaman savaş halinde bulunan rakip prensliklere bölünmüştür.

Ama bazıları, eski Sovyetler Birliği halklarının artık “özgür” olduğunu söylüyorlar. Onlar,

işsiz kalma; eğer iş bulacak kadar talihliyseler, işverenlerinin bankaları iflas ettiği için aylarca ücretsiz yaşama özgürlüğüne,

mafya milyonerleri iseler Rolls-Royce marka araba alma özgürlüğüne,

kirlenmiş su içmekte özgürlüğüne,

herhangi bir köşe başında bir kaç peni karşılığı para için soyulma özgürlüğüne sahipler.

Bugün Rus haber filmlerinde göstericilerin Stalin portreleri taşımaları kimseyi şaşırtmamalı! Göstericiler için Stalin resimleri, geçici olarak yoksun bırakıldıkları sosyalizmi simgemektedir.

Eğer insanlar -bazen yaptıkları gibi- beni “Stalinist” olarak nitelerlerse, ben, hak etmemiş olmakla birlikte bunu bir kompliman sayarım.

Başta yeni-sömürge ülkeler olmak üzere tüm dünyada her yıl on milyonlarca erkek, kadın ve çocuğun yaşadığı yoksulluğun nedeni olan kapitalist ve emperyalist sistemi yıkmak için bütün yaşamı boyunca, savaşım vermiş büyük bir ilerici kişilik olan Stalin’in anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

Dünyanın en büyük davası olan insanlığın kurtuluşu için bütün yaşamı boyunca savaşım vermiş olan Stalin’in anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

                                                                                                                                                           Bill Bland, 30 Nisan 1999

Londra’daki Sanat Akademisinde yapılan konuşma

6. Filo Günlerine Dönüş

Zalimlere, emperyalistlere tavır alması gereken; bölgesel ve küresel siyasetleri çözümleyecek kavrayış ve vicdana sahip olması gereken İslamcı çevreler bugün tarihlerine büyük bir kara lekenin daha çalınmasına izin veriyorlar.

İnsanlığa, yeryüzüne adil bir dünyanın, kurtuluşun kapılarını göstermesi gereken İslamcılık, pratiğindeki affedilmez hataların hem kurbanı oluyor hem de ilişkili olduğu söylemi fiili anlamda umut olmaktan çıkarıyor, zan altında bırakıyor.

Anadolu’nun NATO güçleri tarafından baştanbaşa işgal edildiği bir dönemde cılız tepkiler dışında İslami camiadan ses çıkmaması kahredici bir durum değil midir?

Malatya’daki NATO radarından sonra İzmir’deki kara karargâhı ile derinleşen, en nihayetinde patriotlarla zirveye çıkan işgal süreci karşısındaki sessizlik İslamcı çevrelerin kendilerini tümüyle iptal etme süreci olarak tarihi bir kayıt olacaktır.

1400 yılık iktidar geleneğine verilen Kemalist arada bağımsız tevhidi kimliğe dönüş çabaları yetersiz kalmış olmalı ki, İslamilik iddiası kendinden menkul bir iktidarla birlikte hemencecik devletleşen yeni İslamcılık hızla 6. Filo günlerine dönüyor.

Libya’ya dönük müdahalede insani yardım hususunda NATO’nun araçsallaştırılabileceğini salık veren İslamcı kalemler maalesef bugün hızlarını alamayıp “Üç-beş patriottan ne çıkar?” noktasına gelebilmişlerdir.

Birkaç şehirde ABD ve NATO varlığına, üslerine ve patriotlara karşı Müslümanlar eylemler yaptılar, seslerini yükselttiler ancak ana gövde iktidarla kurduğu yakın düşünsel ve siyasal münasebet nedeniyle bu tavırdan uzak durmayı tercih etti.

Emperyalist işgale iktidar tutkusuyla ses çıkarmamak 6. Filo günlerine dönüşten başka bir şey değildir. Bazı sol grupların patriot çıkarmasına karşı gerçekleştirdiği eylemlilikler böyle can acıtan bir benzetmeyi maalesef bize dayatıyor.

Abdülhamit İslamcılığının pragmatizmine kurban verilen İslami söylemin devletleşmenin büyüsüne erkenden kapılması bundan böyle işimizi daha da zorlaştıracaktır.

Ümmetin, Ortadoğu halklarının geleceğini kuşatan operasyonlara “Büyük Türkiye” hayaline kapılarak göz yummak onlarca yılın birikimini iktidara havale edip kendini, emeğini inkâr etmekten başka bir anlama gelmiyor.

Mevcut tablonun gösterdikleri karşısında kelimeler kifayetsiz kalıyor. Sütçü İmam figürü artık, mitolojik anlatıdan öte bir anlam taşımıyor.

Yerden yere vurulan M. Şevket Eygi’lerin yerine geçildiğinden kimsenin haberi yok!

6. Filo, bu derin sessizlikte hayat sularımızı yararak coğrafyamızın içine doğru ilerliyor.

Kendi geleceğimizi düşmana teslim ediyor, evi boşaltıyoruz.

                                                                                                                                                                             Ahmet Örs

 

Çakıl Taşı

Suriye üzerinden kahramanlık pozlarına bürünen ve zahiren her tarafından cephe, cihad ve mücadele dökülen birilerine baktığınızda, sanki onların zulme, tağuta ve siyoniste karşı savaşın yılmaz erleri olduğunu sanırsınız.

Dillerinde, yazılarında cihaddan, silahtan ve mücahidden o kadar çok kelimeye rastlarsınız ki, bunların cephelerden hiç ayrılmadıklarını ve siperlerden hiç çıkmadıklarını, daha doğrusu cephelerde doğup cephelerde büyüdüklerini düşünürsünüz.

Tüm ömürleri tağut, müstekbir ve siyoniste karşı mücadele ile geçen, İslam’ın ve Müslümanların savunulması için bedenlerini düşmanların süngülerine siper edinen yiğitlere saldırıp onların hürmet ve saygınlıklarına pervasızca ve alçakça dil uzatanlar, her nedense bulundukları ülkelerde zalimlerden bir jop bile yemeyenler değiller mi?

Başka bölgelerdeki çatışmalara liderlik etmekte ileri düşenler, kendi beldelerindeki savaşlardan kaçanlar değiller mi?

İslam yolunda başkalarına mücahid olmayı öğretenler, kendi bölgelerindeki tağutun karşısında köşeyi dönüp sıvışanlar değiller mi?

Başkalarına “bir çakıl taşı attıları mı?” diye soranlara biz soralım; siz ömrünüz boyunca nerede, kime bir çakıl taşı attınız? Hangi zalimin, hangi tağut ve diktatörün, hangi emperyalist ve siyonistin karşısında silah tuttunuz? Silah tutmak bir kenara, elinize bir taş aldınız mı?

Peki sizler, Müslümanlar inançları uğruna işkence tezgahlarında canhıraş içinde feryad ederken, bu tağut işkencecilerin üzerine yüreklice yürüyenlerden miydiniz, yoksa size erişmesinler diye ta uzaklara gidenlerden miydiniz?

Acaba sizler kanayan bir parmağınızı, kırılan bir tırnağınızı gösterebilir misiniz?

Halbuki sizler tarihin seyrini değiştiren inkılab erlerine de, siyonist düşmanı tarihin en büyük yenilgilerine uğratan, işgal altındaki İslam topraklarının, hususen Kudüs ve Aksa’nın özgürlüğü uğruna adanmış direniş yiğitlerine de dil uzatmakta, çamur atmakta ne kadar da mahirsiniz?

Rabbimiz razı olduğu müminleri vasf ederken, “müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise şiddetli ve zorlu” olarak tarif eder.

Hadi herkes göstersin kendini, göstersin yapıp ettiğini; bakalım kim ne kadar kafirlere karşı şiddetli ve zorlu! Kimin elleri kafirlerin başını eziyor; kimin elleri tağutların bellerini kırıyor? Kimin elleri onların dünyasını karartıyor?

Sizin elleriniz nerede, kafirlere uzanmak nerede?

Fasid ellerinizin nereye, kimlere uzandığını gördükten sonra, bir de kalkıp cihadın, mücahidin yanında durduğunuzu iddia etmeniz, sadece gülünç bir mizansenden başka bir şey değildir.

İyi güzel oynuyorsunuz, devam edin.

Birtakım yüzlerin kararıp başların öne eğileceği o güne kadar oynamaya devam edin…

                                                                                                                                                                 Nureddin Şirin

Endonezya'da Bir Müslüman Komünist


 
2008’de Endonezya’da bir başsavcı Nur Hikme tarafından yazılmış “H.M. Misbah: Kızıl Hacı’nın Hikayesi” adlı bir kitabı yasakladı. Bununla da kalmayan başsavcı Endonezya’daki birçok kitabevini kitabın satılmamasını garantilemek için sürekli taciz etti. Bazı yayın organlarında da belirtildiği gibi kitabın yasaklanmasının iki ana nedeni vardı. Öncelikle kitap güya devletin 1966’da yasak ettiği komünist ideolojinin öğretilerini içeriyordu. İkinci neden ise kitabın kapağında EKP (Endonezya Komünist Partisi)’nin sembolü olan orak-çekiç’in bulunmasıydı.

Bu yasak Endonezya’da unutulmaya yüz tutmuş bir tarihsel kişiliğin, Hacı Misbah’ın, yeniden halkın gündemine girmesine vesile oldu. Birçok tarihçi basına Hacı Misbah’ın tarihteki rolüne dair demeçler verdi. Ne yazık ki Misbah hakkında çok fazla bilgi mevcut değildi. Nur Hikme’nin kitabı bile bu konuda oldukça zayıftı.

O dönem Tempo dergisi Hacı Misbah’ı kapağına taşımıştı. Ancak Endonezya’da İslam’ı ve komünizmi sentezleyen Misbah’a dair içerik cılızdı. Tempo Joseph Sneevliet, Mas Marco ve Misbah’ı kıyaslayan bir makale yayınlamakla yetinmişti. Bu yazı bu gedikten yola çıkarak Endonezya’da 20. yüzyılın ilk yıllarını Hacı Misbah’ın yahut nam-ı diğer Kızıl Hacı’nın hayat hikayesi üzerinden izah etmeyi hedefliyor.

Hacı Misbah’ın önemi basit ama güçlü bir nedenden ileri geliyor: Misbah komünizm ile İslam arasında bir ilişki bina etmeyi deneyen ilk kişi oluyor. Enonezya tarihinde birbiri ile ihtilaf halinde olan üç ideolojiyi; din, milliyetçilik ve komünizmi, uzlaştırma çabasını ilk olarak sergileyen kişi Sukarno olarak biliniyor. Gerçekte Misbah Sukarno’yu önceliyor.

Federspiel (2006) Misbah’tan 20. yüzyılın önde gelen Müslüman entelektüellerinden biri olarak sözediyor. Misbah Müslümanlar için sosyalizmin öğütlediklerinin hayati olduğunu düşünüyor ve sömürgeci gücün karşısına doğrudan çıkan komünistlerin safında yer alıyor. Misbah komünistlerin savunduğu toplumsal adalet ve eşitlikçilik gibi kavramların İslam öğretilerinin de merkezinde olduğuna inanıyor. Daha güncel bir ışık altında konuya eğilen Assyaukanie (2009) Misbah’ın bakış açısını şu biçimde belirliyor: Allah Müslümanların birbirlerine karşı müşfik olmalarını emrediyor; dinlerinin zorunluluklarından olarak Müslümanların toplumdaki mustazaflarla omuz birliği içinde olmaları gerekiyor.

Tarihsel öneminin yanında Misbah’ı çevreleyen bir ihtilaf halkası da bulunuyor. Ünlü bir tarihçi; Anhar Gonggong Misbah’ı döneminin İslami hareketine sızmış bir komünist olmakla itham ediyor. Gonggong’a göre Misbah İslam’ı komünizm propagandası yapmak üzere istismar ediyor.

Hakkındaki münakaşalar şu gerçeği gölgelemiyor: Misbah hayatını davasına adayan biri. Sömürgeci kapitalist düzene ve Surakarta’da halka zulmeden Pakubuwono X’e isyan ediyor. Köylüleri ayaklanmaya çağırıyor. Sürgünde öldükten sonra davası yoldaşı Tjipto tarfından sürdürülüyor.

Hayatı

Günümüzün siyasal islamcıları arasında adından neredeyse hiç sözedilmeyen Misbah onlara komünizmi seçmiş biri olarak görünüyor. En yakın yoldaşı Tjipto Mangoenkoesoemo Hollandaca konuşan, okuyan ve yazan ve hatta dostları arasında Hollandalılar bulunan ünlü bir Pergerakan (ulusal bağımsızlık hareketi) üyesi, batılı bir eğitimden geçmiş elit bir entelektüelken Misbah ulusal hareket içinde bilinmeyen, islami eğitim almış, Hollandaca değil, Arapça bilen ve bir tane bile Hollandalı dostu olmayan bir mübelliğ (tebliğci) idi. Düşüncelerini kendi çıkardığı gazateler olan İslam Bergerak ve Medan Muslimin’de dillendiriyordu.

Misbah 1876’da Kauman, Surakarta’da dünyaya geldi. Ona Ahmet ismi verilmişti ancak evlendikten sonra ismini Darmoprono olarak değiştirdi. Hac ibadetini yerine getirmesinin ardından bir kez daha ismini değiştirecek ve ondan sonra Hacı Muhammed Misbah olarak anılacaktı. Sonraki yıllarda Surakarta’da, 1910’ların ortalarında, bir grup genç islamcının (kaum muda) liderlerinden biri oldu. Zengin bir batik tüccarı ailenin evladı olan Misbah babasının bir din görevlisi olması sebebiyle Kasunanan’ın dindar bir muhitinde yetişti. Din eğitimi almak üzere bir islami okula yazıldı. Bu okulun yanısıra yerel halkın gittiği “Ongko Loro” olarak adlandırılan okullardan birine de devam etti.

Misbah babasının yolundan giderek Kauman’da batik tüccarlığına başladı. İşleri yolunda gidiyor ve yeni yeni dükkanlar açıyordu. Bununla beraber Misbah halkçı ve eşitlikçi biri olarak biliniyor ve herkesin imrendiği ateşli bir hitabet yeteneğine sahip bulunuyordu. Bu özellikleri halkın övgüsüne mazhar oluyordu. Bir hacı ve dini bir lider olmasına karşın dış görünüşüyle sıradan bir Javalıdan asla ayırt edilemiyordu.

1914 yılında Marco Kartodikromo ile birlikte IJB (Endonezya Gazeteciler Birliği)’ne girerek siyasi alana çıkmış oldu. 1915’te Medan Muslimin adında bir gazete çıkarmaya başladı. İslam Bergerak gazetesi ise 1917’de yayınlanmaya başladı. Her ikisi de Surakarta’nın çok okunan gazetelerinden oldular.

Misbah insanları muhtelif şekillerde örgütlüyordu. Kah bir greve kah sömürgecilik ve kapitalizm üzerine görüşlerini serdetmenin bir yolu olarak kullandığı bir mitinge öncülük ediyordu. Kapitalizmin destekçilerine, bunlar Müslüman örgütlerden olsalar da, saldırıyordu. Surakarta’nın tiranı Pakubuwono X de Hollandalı kapitalistlere verdiği destekten ötürü bu saldırılardan nasibini alıyordu.

1919’un 7 Mayıs’ında tutuklanıp ardından 22 Ekim’de serbest bırakılması yerlilerin örgütü Sarekat İslam’ın bir zaferi olarak algılandı. Mayıs 1919’da Misbah ve Sarekat’ın başka bazı liderleri çiftçilerin grevine öncülük etmek suçuyla tutuklanmışlardı.

Misbah “ne cezalandırılmaktan ne sürülmekten ne de asılmaktan korkmayın” diyordu kitlelere. Muhammed’in İslam’ı tebliğ ederken katlandığı zorluklardan örnekler veriyordu. Sürgündeyken, hayranlık duyduğu Karl Marks’ın fukaranın destekçisi olmak ve kapitalizmi telin etmek için verilecek mücadelede ne kadar önemli olduğundan da sözettiği bir makale yazdı. Makale temel olarak İslam ve komünizm hakkındaydı ve dinin kapitalizm tarafından yozlaştırıldığını, kapitalizme tarihsel materyalizm ile karşı çıkılması gerektiğini belirtiyordu.

Misbah ezilenlerin yanında saf tutmayan islami kurumlardan hoşnut değildi. Ancak kapitalizmle giriştiği mücadele onun İslamın öğretilerini yüksekte tutmasına mani olmuyordu. Ona göre kapitalizm ve destekçileriyle mücadele Şeytan’la mücadeleydi. CSI (Merkezi İslam Birliği) bölündüğünde kızıl SI (Sarekat Islam-İslam Birliği)’ne girdi. Sonra Surakarta’da Endonezya Komünistler Birliği’ni (PKI) kuracaktı.

Mayıs 1920’de Misbah tekrar tutuklandı ve Pekalongan’da iki yıl tutsak olarak kaldı. 22 Ağustos 1922’de Kauman’daki evine dönebildi. Mart 1923’te Kızıl SI’da bir komünist propagandist olarak boy gösterdi. Komünizm ile İslamın uyumu hakkında konuşmalar yapmaya başladı. Aynı hedefe yönelmiş olan İslam ve komünizmin bu yolda el ele verebileceklerini söylüyordu.

1924’de tekrar tutuklanan Misbah Surakarta’daki terör eylemlerinin beyni olmakla suçlanarak sömürge hükümeti tarafından aceleyle Manokvari’ye sürüldü. Sürgünde makalelerini yazmaya ve onları yayınlamaları üzere yoldaşlarına yollamaya devam etti. Manokwari’de, sürgünde öldü.

Bağlam ve Önem

20. yüzyılın başlarında Surakarta saray ile sömürge hükümetinin çatışmalarına sahne oluyordu. Bu iki güç bölgedeki siyasi düzenin ve toplumsal yapının inşasında temel belirleyicilerdi. O dönemde batik sanayi bölgenin belirgin bir iktisadi gücü olarak ortaya çıkmaya başlamıştı, yüzyılın ilk on yıllarında sözkonusu sanayi büyümesini sürdürecek ve ulusal pazarda baskın bir konuma erişecekti.

Bu dönem aynı zamanda Surakarta’nın gelişmesinde yeni bir aşamayı da içeriyordu. Hollandalıların “modern dönem” olarak adlandırdıkları evre eğitimin de geliştiği yıllardı. Bu eğitim modernizme götüren yolun temel gereklerinden sayılıyordu. Surakarta’da birçok kişinin temel eğitim almasını sağlayan yeni okullar açılmıştı.

Yeni nesil eğitimli kişiler geleneksel köklere sahip olmakla beraber toplumsal bir devingenlik içindeydiler. Bu devingenlik sonraki zamanlarda bir öncü örgüt olan Sarekat Islam’ın kurulmasını getirecekti. Örgütün temelini batik girişimcileri oluşturuyordu ve örgüt başlarda, batik atölyelerinin bahçesine kurumaları için bırakılan batik kumaşlarını çalmayı adet edinerek tüccarların iş gördüğü alanı güvenli olmayan bir hale getiren “haydutlar”a karşı korunmak üzere işbirliği yapmak amacını güdüyordu. Örgütün kurucu liderleri kendileri de Hollanda idaresinin “ürün”leri sayılabilecek Tjokroaminoto, H. Samanhudi ve Mas Marco Kartodikromo’ydu.

Sarekat Surakarta’da ve başka şehirlerde giderek hükümete yönelik bir tehdit unsuru olmaya başlamıştı. Gazete makaleleri, protesto gösterileri yoluyla SI ve destekçileri eşit haklar için mücadele ediyorlardı. Takashi Shiraishi (1990)’nin belirttiğine göre SI aynı zamanda Çinli ticaret örgütleriyle de rekabet halindeydi.

Sözkonusu yıllar hızlı bir toplumsal değişime sahne oluyordu. Birinci Dünya Savaşının bitiminde ulusal hareket şiddetli bir değişim geçirdi. Yeni liderler ortaya çıkmaya ve hareket bölünmeye başlamıştı. 1918’in sonlarında SI hareketin öncülerinden olarak sendikalarla birleşmişti.

Ulusal hareketin restorasyonunun asıl mimarı Tjipto Mangoenkoesoemo’ydu. Önde gelen ulusal örgütlerden olan Insulinde Partisinin bir üyesi olarak Volksraad’a (Hollandalıların açtığı meclis) girmişti. Bu tarihi önemdeki olay Hacı Misbah’ın da devrimci bir vaiz olarak ortaya çıkışına denk düşer. Bir milliyetçi olarak Tjipto ve bir devrimci vaiz olarak Misbah’ın birleşmeleri ulusal hareketin Surakarta’da devrimci politik bir güç haline gelmesini sağlayacaktı.

 Yusran Darmawan

Kılıçsız İslam

Gönül bir gemidir sen dümenisin

Yelken açmak ister bu dervişlerin

Âşık Virani

Söyleten Allah, söyleyen Peygamber, söylenen Kur’an’dır ve söylemenin kıyam ile kılıçtan ari bir anlamı yoktur.

İslamî kesimlerin hâlâ bu hakikati tartışmaya açıyor olmaları anlaşılır bir durum değildir. Söz konusu hakikat ancak kıyam ile mümkündür ve tanımlıdır. Allah’ın, Peygamber’in ve Kur’an’ın “insan” donunda kavranması hatalıdır, esas tartışılması gereken burasıdır.

Bugün insan nedir? Aydınlanma ve modernizmin icat ettiği bir sahte tanrıdır. Yahudilerin çok sayıda tanrısı vardır ve Yehova bunun en yücesidir. Yehova’nın isminin değiştirilip “insan” yapılması ve hiyerarşik olarak Allah’ın onun altına yerleştirilmesi, Yahudileşme temayülüdür.

“Evrenin sırrı matematiktir” deyip ebced ilmine dalmak ve İslam’ı oraya bükmek, yontmak ciddi bir hatadır. Matematik nihayetinde sayılan ve çitlenen koyunlardır. Matematik ve geometrinin merkezde durduğu masonizm ise enisonu taş ustalığıdır. İslam’ın buraya bükülmesi, saray duvarlarının sağlamlaştırılması ve beşerin koyun misali bu saraylara bağlanmasını ifade eder.

Yahudilik ile Hristiyanlık arasındaki kavga biraz da Antik Mısır ile Antik Elen’in kavgasıdır. Küçük adaların, küçük kabilelerin federasyonu felsefî tartışmaları da belirler Elen’de. Benzer bir durum Nil Nehri’nin böldüğü toprakların bütünlüğü ve piramitlerin gölgesinin sakin kalması meselesi için de geçerlidir. Bütün antika tartışmalar bu iki büyük dini de etkiler. Filistin Elen işgali ile Hristiyanlığın rahmi hâline gelir. İslam ise Hristiyanlık ve Yahudilik geriliminde bir devrim olarak doğar, var olur. Dindiği, diz çöktüğü, sakinleştiği, yerleştiği anda bir kolunu Hristiyanlığa bir kolunu Yahudiliğe kaptırır. Esasta din dışı ve din karşıtı bir hareket olarak doğan İslam, zamanla sarayın resmî, formel ideolojisine dönüşür. Demek ki saraylar yıkılmadan İslam var olamaz.

Hristiyanlık “Yahudiliğin” Yahudilik de “Hristiyanlığın bir karikatürü” der İslam’a. Her ikisi de paganizmle hesaplaşırken İslam üzerinden kavga ederler. Bu kavga içinde kimi Müslümanlar Kur’an’ı bizatihi Hz. Muhammed’in yazdığına kani olur, kimileri de Allah’ın antropomorfizmine.

İslam üzerinden kavganın amacı, İslam’ı kendi hizalarına getirmek içindir. İslam bir kabilenin ilahiliğine, beşerin kutsîliğine kılıç çalma pratiğidir. Yahudilerin ve Hristiyanların asla affedemedikleri bu kılıçtır. Kılıcın kına sokulması için birileri Araplığına, Farslığına ya da Türklüğüne ikna edilir birileri de insan olarak zillullah olabileceğine.

Hristiyanlık tarihi baba-oğul-kutsal ruh üçlüsünün hiyerarşisi ve neliği üzerinedir. Vaftiz ve aşai rabbani ayini üzerinden çok sayıda ihtilafa ve yol ayrımına tanık olunmuştur. Her iki ritüel de süreç içinde Farisîlerin tefelerini yırtıp atan, servet masalarını tekmeleyen İsa bir kez daha çarmıhlansın diyedir.

Hiza insandan yana çekiliyorsa, orada kasıt hizayı çekenin maddî çıkarlarıdır. Hz. Ali’nin hizanın hakikatten yana çekilmesi ile ilgili vurgusu bu noktada manidardır. Demek ki Ali ve Ehl-i Beyt tam da bu nedenle tasfiye edilmiştir. Peygamber’in ocağını çökertenler, ordularını “peygamber ocağı” olarak vaftiz etmenin yolunu bulmuşlardır.

Bazılarına vahiyden önce bazılarına göre vahiyden sonra, Peygamber kayalıkların üzerine çıkıp intihar etmek istemiştir. Birinci iddia sahipleri Muhammedciler ikinci iddia sahipleri Allahçılardır. Ama her ikisi de kıyam ve din için belirli bir başlangıç noktası belirlenmesi gayreti açısından ortaktır. Peygamber’i yardan aşağı düşerken tuttuğu yar elidir kılıç.

Aradan kılıç ve kıyam çekilince, Allahçılar dini Kur’an, Muhammedciler Hadis üzerinden inşa etmişlerdir. İnşa pratiğinde kılıç ve kıyamın olmaması temel şarttır. Peygamber sonrası Allah’ın varlığı ile Kur’an’ın Allah’ın kelâmı olup olmadığına dair tartışmalar kılıçsızlığın ve kıyamsızlığın ürünüdür ve nafiledir. Bugünkü Müslüman’a kılıç ve kıyam tarihi değil, bu tartışmalar ve tartışmaların ürettiği fıkıh, kelâm birikimi kalmıştır. Söz konusu birikim her daim pazarda karşılık bulmuş, bu malın alıcısı da satıcısı da hiç eksik olmamıştır. Aklı, nakli ve kalbi karşı karşıya getirenler kılıçsızlığın kurbanlarıdır. Akla güzelleme yaparak İslam’ı belirli liberal güçlere hoş göstereceğini zannedenler bu kılıcın keskinliğini unutmuş gibidir.

19’culuk gibi teşebbüsler, salt meseleyi Allah’ın varlığını ispatlamaya indirgemiştir. Bu ispat arayışı, Allah’ın anbean kendi mevcudiyetine dair deliller sunmasını silmekle sonuçlanacaktır. Kıyamsız ve kılıçsız, Allah Kur’an’da, Kur’an da Peygamber’de ölür.

Allah’ın fani bir varlık olarak insana ve onun aklına ispatlanmaya ihtiyacı olmasa gerektir. Bu türden bir ispat gayreti insanın Allah değil, Allah’ın insan önünde diz çöktürülmesidir. Sırf insan için var olmaya indirgenen Allah kulluğun değil, özgürlüğün tanrısıdır ve bu öz insanın kul değil köle hâlidir.

Allah’ın ve Kur’an’ın tartışmaya açılması Muhammed’in olmaması, O’nun kılıcının ve kıyamının yeryüzünden silinmesi ile ilgilidir. Yahudi’ye yaranmak için Allah’ı, İsevîye yaranmak için Muhammed’i tartışmaya açmak Müslüman’a temel ayıracı, kıyamı ve kılıcı, unutturmuştur. Bu unutmada, Yahudi-Hristiyan’a öykünerek belli noktalarda muktedir olanların zihinleri kendi hesapları için silmelerinin de payı büyüktür.

İslam ordularının doğu kapısı Kûfe, batı kapısı Şam’dır. Doğuda mecazî olarak olan aslında Yahudilik, batıda olan Hristiyanlıktır. Muaviye’nin Beyaz Saray’ı Bizans’a göre şekillendirilmiştir. Belki de Hz. Hüseyin’i gizde Kûfe’ye çağırıp satan da Yahudiliktir. Yahudilik ile Hristiyanlık arasındaki ezeli rekabet ve kavga İslam içi kavgayı tetikleyen ana unsurdur. Kıyam ve kılıç nihayetinde Kerbelâ kumuna gömülmüştür.

İslam, Hristiyanlık ile Yahudilik arasında süren kadim kavganın ortasına konulmuş kılıçtır. Savaş da barış da ondadır. İslam’ın uzandığı yerlerde Hristiyan ya da zahirî de olsa Yahudilerin Müslümanlaşması tam da barışın tesisinin İslam ile mümkün olabilmesi ile ilgilidir. Zevahiri kurtarmak adına, saf Müslüman olmak için, “Hristiyan ve Yahudi olandan uzaklaşalım” diye merkeze kilitlenmekse, savaştan kaçmaktır.

İnsan ölünce vücuttaki kan kalbe toplanır. Demek ki arınma (tezkiye) adına İslam’ın değdiği yerlerden uzaklaşmayı politika zanneden bir tür İslamcılıkta esasen İslam ölüdür. Kanın toplandığı kalb, Mekke-Medine, Kur’an, Muhammed, Hadis ya da saf sahabî pratiği olabilir. Kan işlemiştir ve elbette ki kirlidir. Kirli kandan kurtulmak isteyenler, ellerini hiç kirletmek istemeyenlerdir.

Böylesi bir ispat için Kur’an’ın araç olarak kullanılması daha da sorunludur. Böylelikle Kur’an kitaplardan bir kitaba dönüşecek, giderek tefsir-meal Kur’an’ın yerine ikame edilecek, “asıl Kur’an bu” denilecektir. Esas mesele, herkesin küçüklükten itibaren Kur’an dersleri alıp O’nu kendi dili ve sentaksından okumasıdır belki de. Tefsir-mealciler, Kemalist diktatöryanın ürettiği bir marjinal sektör olarak iktisadî ve sosyolojik bir marazdır aslında. Dolayısıyla kendilerine fazla anlam ve değer vehmetmemeleri gerekir.

19’culuk, bilimcilik denilen hastalığın kabul edeceği bir Kur’an yazmaktadır. Allah’ın gene insan denilen faninin bilimine kapatılması doğru değildir. Allah sadece insana göre, insanca ve insan için var olan bir şey olmamalıdır. İnsan için zorunluluklar, ihtiyaçlar ve tercihler vardır. Maddiyattaki sıra budur. Dolayısıyla Allah’ın varlığı, Peygamber’in kulu ve elçisi oluşu, Kur’an’ın ilahi kelam olma vasfı ancak maddî zorunluluklar düzeyinde anlaşılabilecek gerçeklerdir. Amerika’ya göç edenin İslam’ı Amerikalılara uyumlu kılmak zorunda kalması kaçınılmazdır. 19’culuk Amerikan vizesi, insancıllaşmış Kur’an ve kılıçsız İslam’dır. Bilgisayarın görüp gösterdiğine tapmayı Müslümanlık saymamak gerekir.

İnsan denilen aslında Yahudi-Hristiyandır. Bu gelenekte İsa’yı silen tarikatlar Eski Ahit’e, Tanrı’yı geri plana iten Yeni Ahit’e abanırlar.

Hz. Muhammed Allah’a, vahye ve risalete ancak kıyam ile erişebilmiştir. Karanlık perdelerin yırtıldığı an kıyam anıdır. İslam’da ise Allah, Muhammed, Kitap teslis değil tevhidle anlamlıdır. Tevhidî mücadelenin kulu olan her Müslüman için söz konusu üçlü içe ve dışa dönük devrimci bir kavgada tanımlıdır.

Kıyam eden, samimi ve hakiki bir akıl ve yürekle hedefe kilitlenen her insanın ulaşacağı gene Allah olacaktır. Bu insanın eylemli sözü, sözlü eylemi bir “Kur’an”, devrimci kolektifi ise bir “Muhammed” illaki bulacaktır. Bundan gayrısı namümkündür, Allahsızlıktır, Kitapsızlıktır, Nebisizliktir. Bunlarsız akıl ve kalb samimi ve hakiki olamaz.

Tasavvuf her türlü din dışı unsurun İslam’a ısındırılması pratiğidir aslında ama zamanla İslam’ı ikame etmiştir. Hakikatin kılıcı kına sokulunca kula manevî planda ölüme örgütlenmek düşmüştür. Bu zamanla İslam ve hakikat için asla ölmeyecek ve sadece kendisi için yaşayacak insanların bahanesine dönüşmüştür.

Hristiyanlık ile Yahudilik arasına konan kılıçtır İslam. Kılıçsız, İslam ya yoktur ya da diğer iki dinin güç imkânlarına örgütlenmiş olarak var olabilmektedir.

Eli baltasız, asasız, kılıçsız olana Allah görünmez, konuşmaz, yoktur. Yok olana bağlanan, Allah’ın kudretini sömürmek için ya Muhammed ya da Kur’an’ı kullanır. Sonuçta elde sadece bir harf ve bir rakam kalır. İbrahim baltasız, Musa asasız, Muhammed kılıçsız, yoktur. “Biz ne Yahudiyiz ne İsevi, İbrahim dinindeyiz.” diyen Kur’an’ın İslam’ında baltanın, asanın işlevi kılıçta mevcuttur. Parçalamak, ayırmak ve kesmek tevhidî mücadele için şarttır. Dolayısıyla Allah’la, Peygamber’le veya Kur’an’la bireyliği üzerinden belirli bir empati ve ilişki kuranın yok ettiği bu tevhidî mücadeledir. Birey ve insan merkezinden Allah ulaşılamaz, Peygamber izlenemez ve Kur’an (Alâk suresine atfen) okunamaz.

Ulaşmak, izlemek ve okumak için mülkiyetin karşısında fakir olmak şarttır. Aradaki perdelerin yırtılacağı kolektif huruc için dervişlik emri bil maruf’tur. “Fukara” anlamında dervişlerde tahta da olsa bir kılıç vardır ve nefsle, mülkiyetin kara perdesiyle mücadele esastır.

Allah’a ulaşılamaz, O’nunla bir olunamaz. Ulaşmak ve olmak ancak sonsuzda mümkündür. Tasavvufun sonsuzluğu ânda bulması iç cihadın imkânlılığını gösterir. Ama sonsuzluk gene de Allah’a mahsustur.

Efendim efendim canım efendim

Ben senin kulunam sen benim sultanım.

Âşık Virani

Teori ve Politika'nın İman Sorunu

Metin Kayaoğlu Teori ve Politika dergisinin 59-60 numaralı sayısında yer alan Marksizmin Furkanı ve İslamın Ayracı isimli yazısında (syf. 11), din meselesine ilişkin yön tayin ederken ve buna dayalı teorik-politik bir eylemlilik gerçekleştirirken hangi ilkelere yaslanacaklarını şu sözlerle dillendiriyor:
 
(Lenin’in konuya nasıl yaklaştığına da atıfla) Meseleyi sadece Tanrı’ya inanan işçiler bakımından materyalize etmeyecek ve taktikselleştirmeyeceğiz, “Tanrı’ya inanç”ın ve dindarlığın kendisini, taşıyıcısının özgüllüğünü bir an paranteze alarak, materyalize etmeye ve taktikselleştirmeye çalışacağız.
 
Metin Kayaoğlu (bundan sonra M.K.) burada “dinin kendisinden hiçbir şey öğrenmeyeceğiz” demiş oluyor bir anlamda. Bir önceki sayfada yer alan, neyin marksist olduğunun, neyin olmadığının nasıl belirleneceğine ilişkin kaygının kendisi aslında M.K.’nın, sözünü ettiği ayrımı (modernizmin öncesi-sonrası ayrımı) düşüncesinin merkezine aldığına işaret etmiyor mu?
 
“Haniflik” kavramsallaştırması nasıl ki islamın devrimsel ayracını görmüyorsa “Hanif Marksizm” de marksizmin modernizmin bağrında açtığı yaranın üstünden atlamayı tercih ediyor.
 
Buna göre, ilk insanın müslüman olması gibi, ilk insan komünist oluyor. Şu durumda Muhammed’in ve Marks’ın eylemleri berhava edilmiş oluyor. İslamı fıtrata indirgemekle marksizmi “ezilenlerin şiddeti”ne indirgemek arasında fark bulunmuyor. “İslam fıtrat dinidir” diyen kişi fıtrat diye bir şey varsa bile onun devrimcileşmesine engel olmayı hedefliyor. Politikayı ezilenlerin şiddet eylemine denkleyen ise kendi kendisini devrimcileşme sürecinden ari kılıyor; kuyruğuna taktıklarına ve takacaklarına da aynı yolu hazırlıyor.
 
Marksist olanla olmayanı ayrıştırmaya hasredilen teorik faaliyet de işte bu noktada boşa düşüp metafizik bir kabulle neticelendiriliyor:
 
Peki bu haldeki “şey”in Marksizm olduğunu ve başka bir yerdeki “şey”le ortak olarak Marksist nitelemesini hak ettiklerini nasıl anlayacağız? Bunun ampirik bir kanıtlaması olamaz. Metafizik bir kabul niteliğindedir. (syf. 10)
 
Bu tür bir kabulün önsel olması beklenmez mi? Halbuki burada sonsal. Bu, neyin Marksist olduğunu belirlemeyi her isteyişimizde M.K.’ya danışmamız gerektiği anlamına geliyor. O da bize “dindarlığın kendisini taktikselleştirecek” bir marksizmin kılavuzluğunu yapacak gibi görünüyor. Halbuki “taktik” her şeyden evvel politik “özne”nin işi oluyor. Yani “güç” işi. Aksi takdirde her zaman “karardan firara tebdil”i anlatıyor.
 
“Marksizm büyümezse küçülür” (syf. 14) sözünün Yalçın Küçük’ün siyasi düşüncesindeki  karşılığı “Türkiye büyümezse küçülür” idi. M.K.’nın Küçük’e bu sözü söyleten halet-i ruhiyeyi paylaştığı anlaşılıyor. Buna göre marksizm M.K.’nın toprağıdır. Dünyanın merkezinin Nasreddin Hoca’nın eşeğini bağladığı yer olması gibi marksizm de M.K.’nın durduğu yerden başlayarak büyüyecektir; öyle görünüyor. Yalçın Küçük “büyük Türkiye” için PKK’yi Ortadoğu’da Türkiye adına bir örtülü savaşa sokmayı hayal ediyordu. M.K. ise “büyük marksizm” için islamı ayartmayı kurmaktadır.
 
Anlaşıldığı kadarıyla burada “büyüme”den kasıt teorik bir büyümedir. Ve işte o teorik marksizm de M.K.’nın, dedik ya, öz toprağıdır. Değil mi ki politika “ezilenin şiddet eylemi” idi; bunun küçüğü-büyüğü en azından ilke düzeyinde olmayacağına göre, hele ki “konjonktür” böyle bir “maddi” büyüklüğü ima bile etmediğine göre, ihlal edilecek sınırlar olsa olsa teorinin sınırlarıdır. Yoksa Teori ve Politika pratikte “durmaya”, yani hareket etmemeye ayarlıdır.
 
M.K.’nın takıldığı bir de “Nesh” kavramı var. Buradan yola çıkarak M.K. Kuran’ı -haşa- elinde oyuncak etmeyi planlıyor. “Nesh” beğenmediği ayeti Kuran’dan atmak isteyenlerin aleti oluyor.
 
“Nesh” meselesini başlı başına bir tartışma nesnesi haline getirmek gerekiyor. (M.K.’nın nesh etmekle karşılaştırdığı bir teorik eylem olarak) somut durumun somut tahlilini yapmak başka şey, hüküm koyup hüküm kaldırmak başka şey. Lenin “Bütün iktidar sovyetlere!” derken marksizmin bir ayetini nesh etmiyor; marksizmi hükümler silsilesi haline sokanların ideolojik dünyasının karşısına somut devrimci pratiği çıkarıyor.
 
İslam içinde de bu nesh kavramına itiraz edenler mevcut (İhsan Eliaçık bunlardan biri, M.K. da onun itirazını anıyor). Bunlar, örneğin, nesh edilmiş gibi görünen ayetlerin her çağda ve toplumda muhatap bulacaklarını iddia ediyorlar. Gayri ciddi bir örnek olarak görülebilir belki ama, içki, bu anlayış çerçevesinde “ehline helal, naehle haram” oluyor.
 
Tekraren; Kuran’da nesh diye bir kurumun varlığını reddetmek gerekiyor.
 
Muhammed ayrıştırılması gereken bir kaynaktır. Bizzat Muhammed zaten ayrışmaktaydı. Muhammed, içinde bulunduğu konjonktüre göre hareket ediyor; bazen sağa bazen sola büktüğü çubukla hareketine somut ortamda yol ve yordam arıyordu. Dolayısıyla, Muhammed’in bütün pratiğinin onun (Kıvılcımlı’nın ifadesiyle) “gönlünden geçen” pratik yordam olmadığını varsayabiliriz. Bu, Muhammed’in toplam eserinin (ortaya koyduğu pratiğin ve ayetlerin) ayrımlaştırılabileceğini teorik olarak göstermeye yetmektedir.(syf. 55)
 
Kuran ayetlerini ve Muhammed’in pratiğini birbirinden keyfe göre yalıtılarak marksizan düzlemde yol alınacaksa M.K.’nın yazısında olduğu gibi Küçükaydın’a yahut Altınoğlu’na neden itiraz ediliyor? Altınoğlu da M.K.’nın doğru tespitiyle diyalektik yöntemi bir kenara koyup Kuran’ı zahiren-düzünden okuyarak ayetleri çağ dışı diye nitelemiyor muydu? Küçükaydın Muhammed’in ahlaki edimini yüceltip bu edime Kuran’ın verdiği politik doğrultunun üzerinden atlamıyor muydu? Pratik ile teorinin ancak idealar düzleminde örtüştürülebileceğini M.K. ima etmiyor muydu? Bu ontolojik açı neden birdenbire Muhammed’in özel olarak konusunu oluşturması gereken bir sorun gibi algılanmaya başlanıyor?
 
İslamın ve Muhammed’in ayrıştırılması fikrini ve teorik-(politik) pratiğini Fethullah Gülen de paylaşıyor. Buna göre İslam altı bin beş yüz küsur ayete (kimi durumlarda ise imanın ve islamın şartları faslında on bire), Allah ise isimleri üzerinden doksan dokuza bölünüyor. Bu bölme işlemi bir “Allah ve İslam mağazası”nın müşterilerine seçenekler sunmayı ve onların “nefs”lerini -haşa- Allah ve İslam üzerinde egemen kılmayı anlatıyor. M.K.’nın yaptığı da aynen budur; kendi nefsini âleme dayatıyor. Fethullah Gülen’den tek farkı Gülen’in kendi nefsini ve takipçilerinin “nefs”lerini devletinkinden bağımsız düşünmemesi ve “mağazadan yapılacak seçim” konusunda görünüşte daha gevşek bir tutum sergilemesidir. Bu fark ihmal edilebilir niteliktedir, zira Fethullah Gülen’i böyle davranmaya iten elinde bulundurduğu güç ve yine bu gücün sınırlarıdır. Bu sınırlar (ancak sadece onlar değil, aynı zamanda Gülen’in misyonu gereği vazettiği “hoşgörü” ideolojisi) onu böyle söyletmektedir. M.K.’nın böyle bir gücü yoktur; yani ikisinin arasındaki fark büyük oranda pratiktir.
 
Marks “Demokritos ile Epikuros’un ………”da kurulu düzene ödün vermiş düşünürlerin ödünlerinin kendi ilkelerinin yetersizliğinden ya da yetersiz kavranışından neşet ettiğini söylüyor ve ekliyor: “Öyleyse bir filozof eğer gerçekten ödünler vermişse öğrencileri onun özsel iç bilincinden yola çıkarak, kendisi için sahip bulunduğu dışrak bir bilinç biçimini açıklamak zorundadırlar. 
 
Gerçek Muhammed ve resmi (ödüncü) Muhammed arasında M.K.’nın yaptığı ayrım M.K.’nın Muhammed’in ilkelerini yetersiz kavrayışındandır. O, kurgusunda ısrar ettiği müddetçe, evvela Muhammed’in “kendisi için sahip bulunduğu dışrak bilinci”ni açıklamak zorundadır. Hem de onun içsel bilincinden yola çıkarak.
 
İslamın hem politik devrimini hem de tarihsel devrimini (şayet böyle bir ayrım geçerliyse) bir kitabın içinden ve üzerinden tartışmak olmaz. Nerede kaldı politikanın (devrimci politikanın) ezilenlerin şiddeti olarak ifadesini bulan bir eylem biçimi olduğu? Nerede kaldı tarihsel materyalizm? Tarihsel devrimi (o henüz ortada yokken) bir kitap mı belirliyor? Bir kitap mı tek başına hem tarihsel devrimin haritasını serimliyor hem de onun (tarihsel devrimin) ideolojisini anlatıyor? Gerçekliğin tarihe atfedilmesine, tarihsel şartların belirleyiciliğine ne oldu? Buradaki çelişki salt “23 yılda nuzül”le mi açıklanacak? Tarihle kastedilen “23 yıl” mı?
 
Muhammed’in ve İslamın “içine girmek” iddiası ile yola çıkılıyor ve daha ilk durakta Muhammed ikiye bölünüp tarihsel olan Muhammed otobüsten atılıyor. O halde “İslamla liberal bir yolda ilişkilenenler”le nasıl ayrışılıyor?
 
İslamı devrimcileştirmek istemek “Devrimci Marksizm” diye dergi çıkaranların kafasını yansıtıyor. Bu kafa ona (islama) içrek devrimciliği görmüyor. Devrimin kirinden pasından imtina edildiği için tarihsel-politik ayrımı kuruluyor. Böylece “kirli” görülen her şey tarihe havale ediliyor. Lenin’le devrimcilikte paralellik kuruluyor da “kirlilik”te kurulmuyor.
 
M.K. yol diye, kendi ifadesiyle “hakim İslam kültürü”nün tuttuğu yolu benimsiyor ve öğütlüyor. Bu kültürün savunucularının yaptığını tersten yapıyor. Tabii bu arada onca “irrasyonalite” edebiyatı da uçup gitmiş oluyor. M.K. birdenbire rasyonelleşiyor! Bu durumda hiç akla getirilmeyen “iman”ın varlığını hatırlatmak gerekiyor. “İman”ın kendisi bu seçmeci kafayla doğrudan çelişiyor. İşte bu yüzden imandan söz edilmiyor da “kutsallıklar”dan sözediliyor. Zira “kutsallık” M.K.’nın hakim İslam kültürü dediği yapının imana karşı silahı oluyor. “Kutsal” imanı baskılamayı anlatıyor. Kutsala yapışmak “hakim İslam kültürü” ile yoldaşlaşmak demek oluyor. Mevcut politik kültürde “kutsal” M.K.’nın beğenmediği TKP’nin ağzına yakışıyor. Zira TKP de M.K. da bir devrimin sonrasından konuşuyorlar: M.K. yazısı bağlamında İslam devriminin, TKP Ekim devriminin. Kutsallaştırma buradan; tarihsel olanı politikanın başat konusu yapma, ya da tersten; politik olanı tarihin gölünde boğma niyetinden, türüyor. Devrimcinin imanı kutsal olanla etkisizleştiriliyor. Ancak imanın da kutsalın akıbetine uğrayarak bir iman nesnesi haline gelip kutsallaşması ve aynı oranda içeriksizleşmesi olasılığının varlığını da elbette kabul etmek gerekiyor.
 
Yazıda Kıvılcımlı’ya atıfla Enfal Suresi tarihsel-politik ayrımının dayanağı haline getirilmek isteniyor.
 
Enfal Suresi Bedir savaşını konu ediyor. Savaş, hele ki Bedir gibi tarihsel bir kırılmaya işaret eden bir savaş, içinde oluştuğu hukukun oluşturucusu, dönüştürücüsü oluyor. Savaş kendi hukukunu tayin ediyor. Devrimcilikten komüncülüğü anlayanlar bunu anlamıyor.
 
Sadece onlar değil, İslamcılıktan cemaatçiliği anlayanlar da anlamıyor. Onlar da Bedir savaşıyla beraber “canını hakikate şahit kılanlar”dan oluşan İslam toplumu ortadan kalktı diye düşünüyorlar. Buna göre fetihçi islamın başlangıç momenti -Bedir savaşı-, canını hakikate şahit kılmayı; yani kendini hakikate feda etmeyi bir gereklilik olmaktan çıkarıyor. Komüncü kafa da aynını düşünüyor. Mekkelilerde Mekke’yi terke zorlanan ilk “fukara” müslümanların, zulme, gadre uğramışların -bu anlamda hem sınıfsal hem politik- kinini görmüyor da onları ganimete akın eden karınca sürüsü sanıyor.
 
Meseleyi daha hukuki bir yerden ele alansa (Bkz. Mustafa İslamoğlu) ganimet yerine “tazminat” (Mekke’de kalan malların tazmini) demekle iş halloldu diye bakıyor.
 
Ayrıca surenin 1. ve 41. ayetleri dilsel planda da çelişik değil. 1. ayette الانفال (el enfal: fazladan bahşedilen, bağışlanan. Mustafa İslamoğlu’nun verdiği bilgiye göre farzın dışında kılınan namazı anlatan “nafile namazı”ndaki nafile de aynı kökten geliyor. Bkz. Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı: Kuran-ı Kerim Meal ve Tefsiri syf. 307) 41. ayette غنمتم (sizin ganimetiniz) sözcükleri geçiyor. İlk ayette “enfal” ya da “savaşın kazandırdıkları” Allah’a ve elçisine kayıtlanıyor. Ancak 41. ayette reel bir bölüşüm gerçekleşiyor ve beşte bir oranında ganimet Muhammed’e yazılıyor. Burada meseleyi, örnek olsun, Fidel Castro’nun şahsi servetinden sözeden karşı devrimci batılıların kafasıyla anlamayı reddetmek gerekiyor. İlk ayet ilkesel bir kaydı teşkil ederken 41. ayet pratik bir adım atarak devrimi finanse ediyor. Ne Castro’nun ne Lenin’in ve elbette ne de Muhammed’in servet sahibi olmaları kategorik olarak mümkün oluyor.
 
Yalçın Küçük kemalistlere nazire olarak “Sevdiğimin dini var, imanı yok” türküsünü hatırlatıyordu. M.K.’nın dini de türküdeki gibi imandan münezzeh görünüyor. İman kendi iradesini merkeze koymanın, yahut kendini rüzgar önüne yaprak diye katmanın reddini anlatıyor. Bu red gerçeğin değil ama hakikatin öğrencisi olmayı koşulluyor. Şu halde islama, islamcılara akıldanelik etmeyi bırakıp onlarla yoldaşlaşacağımız kavşakları gözleyerek, hakikat ve devrim tâlibanı olmak gerekiyor.
 
                                               M. Ocakçı