Biz Öldük Ahmet Abi!

Biz öldük Ahmet Abi!

Hoşçakal köprüsünde bir kız öptük dudağından; hançerlendik o akşam, biz öldük Ahmet Abi!

Denizlere hep uzaktan baktık. Girmeye önce bahtımız elvermedi, sonra yüreğimiz. Bir gün elimizden bir tutan çıktı, deniz olduk o akşam, ölüverdik Ahmet Abi!

Bir güzel bulut indi ovaya, bir mensur şiir oldu tarlalar. Tarlalar buluta kavuştu ya; dağlar denize kavuşamadı...

Denizlere hep küs baktık. Kinimizden değil, sevdamızdan. O denizler bir vuslatı çok gördü bize...

Yoksa bunlar deniz değil de karasuları mıydı?

Öyleyse biz ölmeyelim de kim ölsün Ahmet Abi!

Biz aslında her şeyden evvel seni sevdik. Yağmurda saçak altında cigara içen kızlar sana olan sevdamızdan nasiplendiler.

Her yanan cigaradan bir nefes de senin için çektik Ahmet Abi.

Mazlumun yanından zalimin yanına kaçanlara inat, Türkçe bildiğimize sırf senin hatrına şükrettik. Yoksa bu zalimlerin dili kendilerine kalsın!

Biz kavga etmeyi de ağlamayı da senden öğrendik. Yaramıza tuz basmayı da.

Balıksa yedik, rakıysa içtik. Hapisse yattık, voltaysa attık. Öldürmekse öldürdük, ölmekse öldük.

Biz öldük Ahmet Abi!

Korsan yürüyüşlerde öldük, mahpus damlarında öldük, düştüğümüz çukurlarda öldük, fırtınalı bayırlarda öldük!

Ya sen ne demeye öldün Ahmet Abi! Bu mahallenin nesini beğenmedin de öte yana taşındın?

Bak biz kalakaldık hoşçakal köprüsünde, bulvar otellerinde, üniversiteli genç kız uykularında...

Öksüz kaldık Ahmet Abi!

Başımızın hafifçe yana eğikliği, yârimizin omzunun çukuru, zalimin zulmüne hıncımız, yaşlımız, gencimiz, hep öksüz kaldı...

10 dakika sigara molası dediydin abi.

Tam 12 yıl oldu!

Ahmet Kaya Partisi


 
                                                        Dilo azbımrım, dilo hayran levi bahare
            Mırın pır  xoşe dilo hayran lı mülke bove.

 
I

Ahmet Kaya bizim ergenliğimizdir.

Ergenliğimiz bile ergenliğimiz değilken.

Ahmet Kaya bizim “tevhid-i tedrisat”ımızdır. Sömürülen ve ezilenlerin tevhidi ve yine onların, küfrü, kavgayı, dayağı, zulmü ve çaresini, ezcümle sınıf mücadelesini tedrisatı.

Ahmet Kaya bizim alçak estetiğimizdir. Aramızdaki mesafe kılıç ile kını arasındaki kadardır. Bizim ondan ayrı düşmemiz kılıcın kınından ayrı düşmesidir. Ayrı düşürenler, kınsız kılıcın ceremesini çekmeye ahdetmiş olanlardır.

Bizim onu sevmekte çıkarımız vardır. Zira biz, çıkarsız ve koşulsuz sevmeyiz.

Ahmet Kaya bizi hayata ve ölüme örgütleyen adamdır.  Aslında biz, gizli bir Ahmet Kaya partisine üyeyiz.  Hepimizin sakalı vardır.

Sakalında bit olanlarımız merkez komitedendir.

II

Ahmet Kaya bizim ahlakımızdır.

Yârimizin zülfünü devrimcileştiren adamdır.

Gözlerine bakmaya kıyamadıklarımız, bize ondan yadigâr gibidir ve ille uzaktadırlar. Biz, her kekik kokusu duyduğumuzda, efkârlanırız.

Biz yârimizi her sabah denizden esen meltemlerle aldatır, günde üç paket sigara, bir büyük rakı içeriz. Ahmet Kaya bizim serseriliğimizdir.

Ahmet Kaya askerde gizli, dağda açık generalimizdir.

III
 
Ahmet Kaya bizim Zülfü Livaneli’ye karşı efsunumuzdur. Ahmet Kaya “halk denizinde bir dalga”, Zülfü Livaneli o dalganın düşmanıdır. Zülfü Livaneli Mustafa Kemal, Ahmet Kaya Çerkez Ethem’dir. Zülfü Livaneli “Yahudi filozoflarını(?!)” okur, Ahmet Kaya, Marx’ın 11. tezini.
Ahmet Kaya bizim Ruhi Su’ya karşı panzehirimizdir. O, halkın, kaderini kendi eline alması, kitapsız bilmesidir. O, bağlamanın öfkesidir.

Nazım enfarktüsümüz, Deniz-Mahir-İbrahim aritmimizse Ahmet Kaya taşikardimizdir... Bir cebinde kenevir tohumu...

Bir zengin çocuğuna salladığımız ilk küfür onun yüzü suyu hürmetinedir.

IV

Ahmet Kaya bir kaldırım kenarına oturup yediğimiz somun ekmek değilse hiçbir şey değildir.

“Yarılan ekmeğin buğusu” kimin ağzından çıkmış olursa olsun Ahmet Kaya’nın hanesine yazılıdır. “Şiir yazanın değil, okuyanındır.”

Kaldırım kenarına çöreklendiğimiz vakit doğan çocuklar askerde, nöbette, 18 yaşında, Ahmet Kaya söylerler. Torna tezgâhında, 15 yaşında, Ahmet Kaya söylerler. Arka mahallede, 13 yaşında, Ahmet Kaya söylerler. Ahmet Kaya söyleyene gökte hûlle, yerde kavga biçilir.

Ahmet Kaya “...sanayinin, tarımın, ticaretin ve sömürgeciliğin sonucu olan üretici güçler ve geçim araçları kütlesini makinelerle, kimyasal ve öteki kaynaklarla sınırsızca genişletme olanağı...” değilse nedir?

Değilse, “herkesin bilincinde ya da duygusunda, tüm tarihsel gelişmenin sonucu oldukları için hiçbir kanıt gerektirmeyen, bazı yadsınamaz” ilkelerdir.

Ama illa ki ilkel komünalizmin reddidir. O “...makineleşmenin ve öteki icatların toplumun bütün üyelerine verdiği çok yönlü bir gelişme, mutlu bir yaşantı vaadi”dir.  Ahmet Kaya’nın dedesi tarlada köylü, babası fabrikada işçi, kendisi varoşta emekçidir.

Ahmet Kaya “yarı feodal, yarı sömürge”dir.

V

Ahmet Kaya kolektif bilincimizin devrimci ıslığıdır.

 

                                                                                                   

                                                                                                                                                        

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Açlık Grevi ve Mazlum'un Mektubu*

"Değerli ablam, haberin olmuştur bir grup arkadaşla 12 Eylül tarihinde süresiz dönüşümsüz açlık grevine başladık. Sayımız şimdilik 15'tir. Senin tanıdığın (ben ve Tayip'in dışında yoktur) iki arkadaştır. Eylemi, iki temel siyasal talep üzerinden başlattık. Bu talepleri siyasal gerekçesiyle birlikte ayrıca yazacağımdan burada değinmeyeceğim. Ayrıca bizim dosyadan kadın arkadaşlar da başlamış, zaten haberiniz olmuştur. Greve başlarken çeşitli kurumlara amacımızı tema alan mektuplar yazmaya karar verdik. Bir haftadır yemek yemiyoruz, bu defa kararlıyız Abla, ya taleplerimiz kabul edilecek ya da sonu ölüme varacak. Ciddiyiz, bunu dilekçelerimizle yazdığımız tüm metinlerde dile getirdik, kamuoyuna da deklere ettik. Şahsen ben kendimi buna hazırlamışım ve bu 15 arkadaşın da buna hazır olduklarını düşünüyorum. Bizde bu irade, inanç, umut ve kararlılık oldukça yemekmiş, dünya malıymış umurumuzda olmaz. Yazık ki acının gözyaşının hüküm sürdüğü günler yaşıyoruz. Savaşın yarattığı bu zorlanma hepimizi etkiliyor. Ölüme ve kana dur demek gerekiyor. Kürt halkının özgürlük mücadelesi haksız ve hukuksuz uygulamalarla bastırılmaya yok edilmeye çalışılıyor. Dili, kültürü, kimliği yok sayılıyor, iradesine tecrit uygulanıyor, askeri ve siyasi operasyonlarla tasfiye edilmeye çalışılıyor. Bu politikalara ve konsepte karşı her anlamda direnmek lazım. Her alan yoğun bir mücadele sahası ve bu AKP devletine karşı, onun bu tutum ve tavrına karşı biz de sonuna kadar mücadele edeceğiz ve direneceğiz. Süreç çok kaotik neye evirileceği, nasıl sonuçlar açığa çıkaracağı belirsiz. Bizler bedenlerimizi eriterek bu sürece müdahil olmaya, kendimize yön vermeye çalışacağız, zalimin zulmüne karşı bu dört duvar arasında elimizden başka bir şey gelmiyor.
 
 Tabii 12 Eylül'de başlamamızın ironisi ve anlamı var. Formatta değişiklik olsa da yöntemde, uygulamada, zihniyette ve sistemde bir farklılık yok, hatta daha tehlikeli boyutlara ulaştığı bile söylenebilir. Neyse sürece özgün gelişmelere ve mevcut konjonktüre siz bizden daha hakimsiniz, reel politiği bizden daha iyi takip ediyorsunuz, çünkü yaşıyorsunuz, içindesiniz. Neticede demokratik siyasete karşı başlatılan linç politikaları, itibarsızlaştırma, tehdit, korkutma, bölme, parçalama ve tutuklama gibi yaklaşımlar asla sizleri yıldırmayacaktır. Dediğim gibi kucaklaşma da ya doğru anlaşılır, kardeşliğe ya da yanlış yorumlanıp çarpıtılarak, düşmanlığa yani bölünmeye delalet haline getirilir. Yazmışken kısaca kendi durumumu da anlatayım, zira merak ettiğini tahmin ediyorum. Bildiğin gibi üç buçuk yılı aşkın alıştık, öğrendik, tanıdık ve anladık artık. Bu mekânı biliyoruz, tabi ilk yıl çok zorlanmıştık, mekânın katlanılamaz, alışılamaz yönlerinden kaynaklansa gerek, biraz da beklentili ruh halinin de payı vardı, şahsen kendi cephemden belirli bir netleşmeyi yaşadığımı söylemeliyim. Bu mahkemeden bize tahliye çıkmaz, düşman hukukunu işleten bir yargı sisteminden adalet beklemek abesle iştigal değil midir? Bu anlayış ve zihniyetten özgürlük dilemek saflıktır. Yargının genel yaklaşımı ayrı bir mektup konusudur, bizi bırak, burada öyle vakalar var ki trajikomiklikten de öte ….


 Dolayısıyla ben kendimi en olumsuz sonuca da hazırlamışım, tabii bu umutsuz olduğum anlamına gelmiyor. İçimizdeki inanç bizi her daim özgürlüğe daha yakın kılıyor, biz yüzümüzü halkımıza ve mücadelemize dönmüşüz, ne varsa onlarda, gerisi fasa fiso… Bir de siz varsınız, demokratik siyasi mücadelemiz de devam ediyor. Dışarıda birlikte Parti'de yürüttüğümüz çalışmalar geldi aklıma. Az kaldı Abla, AKP'nin mevcut politikaları mutlaka iflas edecek, yeter ki biz bildiğimiz yoldan şaşmayalım, dik duralım ve mücadele edelim. O zaman özgürlüğe daha fazla yaklaşmış olacağız. Sağlığım, moralim ve genel durumum da gayet iyidir. Öyle ciddi bir yaramazlık, problem yoktur. Hapishane sürecini kendimce değerlendirmeye, okuyup yoğunlaşmaya çalışıyorum. Eğer uygun bir vakit oluşturabilirsem hapishane günlerine ilişkin de yazmak isterim. Annem ve kardeşlerim gidip geliyorlar, onların da durumu iyidir, sağ olsunlar, ilgilenmeye de çalışıyorlar, onlar da kendilerine bir düzen oluşturmuşlar, geçinip gidiyorlar.


 Şimdi açlık grevine giren sekiz arkadaşla birlikte ayrı bir kısımda kalıyoruz. Refakatçi olarak Ahmet Çelen arkadaş da yanımızdadır. Bize iyi bakıyor, moral oluyor, sana özel selam söylüyor. Tanıdığın bildiğin tüm arkadaşlar iyiler. Birçoğunu uzun zamandır ben de görmüyorum, yakında duruşma var, bir günlüğüne katılmayı düşünüyorum. Orada herkesi görürüm her halde. Malum, hapishane çok kalabalık ve görüşme problemi var. Her şeye rağmen, senin yoldaşın geçen yıllara inat, hala genç ve diridir. Özümü ve benliğimi korumaya çalışıyorum. Asla hapishane duvarlarına benzemeyeceğim, herhangi bir ihtiyacım ve istemim de söz konusu değil, kendimce idare ediyorum.

 
 Değerli Abla, artık bu grev ne kadar sürer, nasıl sonuçlanır bilemiyorum. Sonu ne olursa olsun, moralimi, inancımı ve mücadeleye olan güvenimi asla yitirmeyeceğim. Birlikte mücadele ettiğimiz siz değerli dostlar, yoldaşlar bu yolda bana güç veriyor. Kendine çok iyi bak ve davran, sağlığına da, dikkat et şahsında tüm arkadaşlara selam ve sevgiler gönderiyorum.

 

Özgür yarınlarda buluşmak ümidiyle esen kal… Mazlum Tekdağ."


*BDP eski MYK üyesi Mazlum Tekdağ'ın BDP Eş Genel Başkanı Gültan Kışanak'a yazdığı mektup
 
 
 
 

Reformizmin Keskin Kokusu (2)


Sorsaydım omuz silkecektiniz mayanın ne zaman taştığını

Kirliydi sapkındı çarpıtılmıştı dile döktükleriniz ne kadarsa

Mırıldanmaz olaydınız hayata nal sesinden muştu bulaştığını

Dağları alıcı kuşun pençesine terkettiniz vadileri bir parsa

 

İsmet Özel, John Maynard Keynes’ten Nefretimin Yirmi Sebebi adlı şiirinden

 

  Üretim ilişkilerinde doğrudan dahli olmaması küçük burjuvayı sınıfsal anlamda devrimci özne olmaktan alıkoyuyor olabilir ancak bu onun üst yapılar aracılığıyla yani ideolojik planda sosyalist, komünist, buradan da devrimci olamayacağı anlamına gelmez. Ancak reformizm kuyusunun suyu küçük burjuvaziye tatlı gelmekte orta sınıfın fiziki konumunu koruma refleksi uyarınca berdevam olacaktır. Kuyunun sınıfın konumuna paralel olarak yol üzerinde, yani “ortada” olması sürüyü yandan geçmeye güdecek çobanların varlığını zorunlu kılmaktadır.

 

  Reformizmin kılıklarından biri özellikle emekçilerin sendikal faaliyetlerine içkin,  devletin, sınıflar mücadelesinin arenası olduğu tezidir. Bu tez sınıflar mücadelesinin eninde sonunda devlet yapılanmasını ele geçirmek olduğu görüşünden kaynaklanmaktadır. Buna ilişkin Leninist düzeltme devlet mekanizmasını parçalamak gerekliliğidir. Devlet içinde halkın, toplumun vs. selametini düşünen ve bunun için mücadele eden unsurların varlığı bir küçük burjuva hülyasıdır. Devletin sınıf mücadelesinin arenası olduğu zırvalığı toplumların tarihinin sınıf mücadeleleri tarihi olduğu yollu temel önermeyi görmezlikten gelmekle ilişkilidir. Bu önermenin ışığında sözkonusu arena tarih-toplum diyalektiğinde aranmalıdır. Devlet sınıflar mücadelesinin arenasıdır demek tarihi toplumsallaştırıp stabilize etmek ya da toplumu tarihselleştirip çözüştürmek anlamına gelir.  Tarihi ve toplumu devlette somutlamak devlet ve burjuvazi arasındaki ayrımları silmeye yönelik bir teorik faaliyettir.

 

  Devlet ve burjuvazi arasındaki ayrım meselesi kadim bir tartışmanın konusudur. Bu tartışmanın bilinen kavramsal seyri dahilinde önümüze çıkacak olan en temel olan unsurlardan ikisi devlete ilişkin özne-devlet, nesne-devlet tahayyüllerdir. Özne-devlet kavramı devletin özneliğini, yani fiziki organlarını kendi için, kendi amaçları doğrultusunda kullanma olanağı bulunan, müstakil bir yapılanmayı varsayar. Devleti nesne olarak algılamak ise onun burjuvazi karşısında hiçbir özerkliğinin olmadığını, onun en fazla burjuvazinin, her türlü manipülasyona açık oyuncağı olduğunu söylemektir. Demek ki “modern devletin yönetimi tüm burjuvazinin ortak işlerini yürüten bir komiteden başka bir şey değildir.” Manifestodan yapılan bu alıntı aslında hiç de nesne-devlet tezini doğrular nitelikte değildir. Poulantsaz’ın ilk elden itirazı makuldür: önerme dikkatle okunduğunda burjuvazinin parçalılığına bir gönderme (bütün burjuvazi) ve bir yürütme komitesi olarak formüle edilen devletin yürütmekle mükellef olduğu işlerin burjuvazinin “ortak” işleri oluğuna ilişkin bir vurgu içerdiği görülür. Gerçekte “ortak işler” vurgusu da parçalılık göndermesine katkıda bulunmaktadır. Burjuvazi çokça sanıldığı üzere yekpare ve kendi içinde bir hiyerarşiden münezzeh değildir (Ancak buradan varılan bir ifratla elbette bir iktidar bloğundan, hâkim sınıf yerine hâkim sınıflardan sözetmek ve bir tür sivil/asker bürokratlar sınıfı kurgulamak kapitalizmin doğasını Avrupa-merkezli bir yerden görmenin sonucudur. Buna göre iktidar aslen askerin ya da daha geniş bir ifadeyle ve Türkiye özelinde Kemalist elitin elindedir.* Bu kavrayış üzerinden yapılan siyaset eninde sonunda burjuvazinin kanatları altına girmeye can atan bir ruh halinin tezahürüdür; devlete karşı burjuvazi. Burjuvaziye karşı devlet şiarı da bu düsturun anti-tezi olmaktadır. Sonuç her iki güruh için de devletin bir özne olduğudur.).

 

  Devletin burjuvazinin nesnesi olduğu yollu teze iman edenler devleti doğal olarak, özü itibariyle bir tür boş konum olarak görür. Böylelikle o konumu dolduran, ya da o burca bayrağını diken devletin sahibi olmaktadır. Sınıf mücadelesinin arenası olarak devlet tasavvurunun temel yanılgısı devletin ve sınıfların tarihselliğine ilişkindir. Devlet’in tarihsel olarak burjuvaziden önce de varolması devletin günün birinde tarih sahnesine fırlayan haşarı burjuvazi tarafından ele geçirildiğine ve oradan en kısa zaman sökülüp atılması gerektiğine olan inancı güdüler görünmektedir. Devletin burjuvaziden önce de varolduğu elbette doğrudur ancak unutulan toplumsal sınıfların ve dolayısıyla sınıflı toplumların da burjuvazi tarih sahnesini işgal etmeden ve kapitalist üretim biçimi cihana egemen olmadan önce varolduklarıdır.

 

  Devlete bir sınıfın nesnesi gözüyle bakmak pratikte devlete sınıfsal bakmanın garantisi olmamaktadır. Nesne-devlet burjuvazinin işgal sahası olmakla teoride etkisiz kılınmakta, basit bir yer değiştirme işlemiyle yeniden yapılanmanın, yani bir ıslahatın konusu olabilmekte ve aslında devletin yapısal olarak belli bir sınıfın izini taşımadığını varsaymak anlamında devlete özerklik yerine bağımsızlık veren özne-devlet anlayışıyla paralellik sunmaktadır.

 

  Devlet ve burjuvazi arasındaki ayrımları silmek devletin burjuvalaştığını, dolayısıyla devletle organik bağı olan taifenin (memur, mühendis, mimar, doktor, öğretmen vs. ) sömürü nesnesi olma anlamında proleterleştiğini söylemektir. Bu aynı zamanda küçük burjuvazi içindeki kategorik ve hiyerarşik ayrımları yok saymak anlamına gelmektedir. Bu teorik ve pratik yönelim Müslüman bir ayakkabıcının devrimci özneliğinin devlete göbekten bağlı bir öğretmeninkinden çok daha olası olduğunu görmezden gelmeye ayarlıdır.

 

  Bir önceki yazıda sözü edildi; küçük burjuvazinin tarihsel-toplumsal varlığına yönelik temelde iki yaklaşım göze çarpmaktadır. Orta sınıfın proleterleşme anlamında tarihe karışmakta olduğu ve doktor, mühendis, mimar gibi zevatın burjuvazinin kümesinde düşünülmesi gerektiğini öne süren birinci tez, Marx’ın Manifesto’daki toplumun en sonunda iki büyük sınıftan ibaret kalacağı öngörüsünün aksine orta sınıfların giderek hacimlendiği iddiasıyla karşılık bulmaktadır. Birinci yaklaşım “büyük” burjuvaziyi tanımlarken gösterdiği kategorik cömertliği küçüğüne ilişkin olarak göstermemekte ve aniden orta sınıf analizine hâkim olan ekonomizmi terkederek egemen sınıf tanımını “ve yardakçıları” biçiminde ideolojik bir genişlemeye tabi tutmaktayken ikincisi bir orta sınıf siyasetine zemin hazırlamaktadır. Bilcümle işçici örgütler birinci kümede kodlanabilir, ikincinin bugün en tipik örneğiyse TKP’dir.

 

  Metin Çulhaoğlu  2 Şubat tarihindeki “Marksizmin Güncelliği” sempozyumunda orta sınıfın erimediğini vurgularken haklıydı (Neşe Düzel’e Taraf gazetesi için verdiği röportajda en liberal solcularımızdan eski TKP Genel Sekreteri Nabi Yağcı, Çulhaoğlu’nun Manifesto’nun orta sınıfın kaderine ilişkin yanılgısı tezine katılarak dünyayı değiştirecek failin artık işçi sınıfı değil KOBİler ve İshak Alatongiller olduğunu söylemektedir, demek ki orta sınıfın erimemiş olmasına yahut diyelim ki nicel büyümesine olmadık teorik anlamlar yükleme yollu ifrat [“orta sınıf” siyaseti] bu noktalara varmakta ve orta sınıfı öldüren tefrit [orta “sınıf siyaseti”] buna karşılık “ne darbe ne şeriat” türünden “ne devlet ne burjuvazi”den başka söyleyecek söz bulamamaktadır. Bu anlamda Nabi Yağcı: “Sol, politik ilkeleri söylüyor ve bunu da politika zannediyor. Şeriata ve darbeye karşı olmak elbette doğrudur ama bu bir ilkedir. Politika değildir” derken aslında bir doğruyu dillendirmektedir); ancak Metin Çulhaoğlu x değil, Metin Çulhaoğlu’dur ve politik güdüleri malumdur (Aynı sempozyumda Nail Satlıgan’la girdiği çeviri tartışması da [modern devlet aygıtı mı yoksa modern devletin yürütme erki mi burjuvazinin işlerini görür?] TKP’nin “AKP’yi istemiyoruz” sloganının altını doldurmaya yönelik bir teorik hamledir.) ancak Çulhaoğlu’nun tuttuğu yolu reddetmek üzere küçük-burjuvaziyi teori sahnesinden silmek Althusser’in tekelci devlet kapitalizmi döneminde sömürünün kendi özüne yani baskıya indirgendiğini söyleyenlere dair üst yapıyı alt yapının yerine koymak eleştirisinden mülhem, alt yapıyı üst yapının yerine, üstelik de koşullu olarak koymak demektir (Buna göre alt yapı üst yapıyı da kapsayacak oranda genişler ve üst yapısal formasyonlar ve yönelimler ya da yine Althusserci bakış açısıyla bilcümle ideolojiler [hukuk,din vs.] hükmünü yitirir.). Burjuvaziye karşı devlete yedeklenmek ya da devleti ve üzerinde yükseldiği zemini sahiplenmek oportünizmse devlet ve burjuvaziye teorik ve pratik olarak ne idüğü belirsiz bir eşitlikte durmak da düpedüz apolitizmdir ve her ikisi de reformizmin öncüllerdir.

 

  *Reformizmin temsilcilerince Gramsci’ye dayanarak hâkim toplumsal ideolojinin hâkim sınıfın ideolojisi olmak zorunda olmadığı iddia edilmekte ve örnek olarak da Türkiye’de Kemalizm verilmektedir. Söylenen şudur: Türkiye’de resmi ideoloji Kemalizm’dir ancak hâkim sınıflar Kemalist değildir. Bu görüş “burjuvazisizm” gibi bir ideoloji varsaymaktan kaynaklanmaktadır. Teorik olarak (hatta belki sadece anlatımsallık açısından soyut bir tanıma ulaşmayı hedefleyen dar-teorik bir çerçevede) böyle bir ideolojinin varlığı kabul edilse bile pratikte-yerelde-ülkeler ölçeğinde genel geçer anlamda böyle bir ideoloji yoktur ve Türkiye’de hâkim sınıf elbette Kemalist burjuvazidir. Kemalizme yapılan ideolojik eklentiler manipülatiftir ve solcuların icadıdır. Kemalizmin hâkim sınıfın hâkim ideolojisi olmadığını savunanlar hâkim sınıfın yanında Kemalizm’e karşı konumlanmak isteyen liberallerdir.


                                                                                                                                                                              M. Ocakçı

Gazetecilik İdeolojisinin Eleştirisine Giriş

                                                                                Hakikati insanların ölçüleri ile değil, insanları hakikatin ölçüsü ile tanı. 

Hz. Ali 

 
Liberalizm ruh ile bedeni birbirinden ayıran bir felsefi-siyasi geleneğe yaslanıyor. Bu ayrımın denk düştüğü muhtelif ikilikler var. İnsan-toprak, din-devlet, özne-nesne bunlardan bazıları. Bu listeye eklenebilecek, hatta liste bir hiyerarşiye tabi tutulsa ilk sıraya konması gereken bir başka ayrımsa tarih-toplum ayrımı.
 
Devlet ve burjuvazinin tarihsel ve toplumsal olarak ayrıştıkları momentleri ezel-ebed görenler -devleti tarihle, burjuvaziyi toplumla kayıtlayanlar­- ­devletin toplumsallığını görmeyi reddederek faşizmi bir patolojik vakaya indirgiyor, burjuvazinin tarihselliğini ise efsaneleştirip kurgu dışına çıkararak bütün teorik-pratik eylemliliği tarih üstü bir özgürlük-demokrasi-insan hakları edebiyatına kurban ediyor.
 
Liberalizm günümüzde belki en iyi ifadesini “gazetecilik ideolojisi”nde buluyor.
 
Mezkur ideoloji tarihsel ve toplumsal olanı mutlak surette yalıtmaya dayanıyor. Gazeteci tarihi -George Galloway’in ifadesiyle- hep yalnızca birkaç hafta öncesinden başlatıyor. Bu ideolojik kurguda toplum ise hep verili bir bütünlüğü anlatıyor. Yine bu ideolojinin eklentilerinden çokkültürcülük toplum kurgusunda bir parantez açıyor; bu “kültür” diye sınıflandırılarak daha söz düzeyinde rehabilite edilmeye çalışılan halk unsurlarının o liberal (özgürlükçü-demokrat-insan haklarına saygılı) çatının altında ancak o çatının ideolojik dayatmalarına riayet etmek kaydıyla kabul görmesinin ifadesi.
 
Gazetecilik ideolojisi sadece “gerçeği” görüyor. Marks Kapital’de nasıl “en iyi” kapitalistin bile üretim biçiminin nesnel işleyiş şartları gereği sömürücü olduğunu ortaya koyuyorsa gazeteciliği de “gerçeği çarpıtma” yönünden eleştirmeyi (N. Chomsky’nin yaptığı gibi), daha doğrusu bu bakışı eleştirinin merkezine oturtmayı reddetmek gerekiyor. Gazateci asıl “yalan söylemediği zamanki haliyle” hedef tahtasına konmalı.
 
Yalan hiçbir biçimde “gerçek”in zıttı olmuyor. Yalanın gündelik-bildik tanımını genişleterek karşısına “hakikat”i koymak şart. Hakikati “niyetten bağımsız olarak” bozma sonucunu doğuran her durumu yalan addetmek gerekli.
 
Hakikat ise gerçeklerin üstüste yığılmasından çıkmıyor. Hakikat pratik gerçeği önceliyor. Pratik gerçek hakikatin görüngülerinden biri oluyor yalnızca. Buna karşılık gerçeği refere edense mekanik bir eşitlikçiliğe kul oluyor. Devletin şiddetinin karşısına “örgüt” şiddetini koyup iki eylemi şiddet parantezinde eşitliyor mesela.
 
Hakikat “hakka teslim olmak ve hakkı teslim etmek”se demek ki onun hakkın (insan hakları örneğindeki gibi) aşkınlığının reddini içermesi icap ediyor. Aşkınlığı reddedilen bir hakkın teslimi topluma bakarken tarihi, tarihe bakarken toplumu görmeyi gerektiriyor. “Soyut” bir şiddet karşıtlığı her şiddet pratiğine karşı olmayı getiriyor; bu karşı konum gazetecinin konumuna nispetle her şeyin göreceleşmesi sonucunu doğuruyor. Böylelikle aslında mevcut güç dengesine biat edilmiş oluyor. “Ne devlet ne örgüt” demek son tahlilde devleti örgüte yeğlemek anlamına geliyor.
 
“Gerçeği, yalnızca gerçeği”  söylemek hiçbir şey söylememeyi anlatıyor. Hiçbir şey söylememekse sesi en çok çıkanın değirmenine su taşımak demek.
 
Teorik bilgi Marks’ın da ikrarıyla çatıdan başlayarak çatılıyor. Teori “kolektif iman” anlamına geliyor. İman ruhun bedenden, insanın topraktan, tarihin toplumdan ayrı düşünülemeyeceği gibi amelden ayrı düşünülemiyor. Her şeyin göreceli olduğu bir durumda imanın kolektivize olma olasılığı bulunmuyor.
 
Bu durumda iman “bireyselleşiyor”. Zira göreceliliğin de kendisini nispet edeceği bir kutba ihtiyacı var; neye göre göreceli?
 
Her şeyin göreceli olduğunu söyleyebilmek için bu sözün sahibinin “mutlak” olması gerekiyor. İşte bu “mutlak” “birey”i veriyor. Gazetecilik ideolojisinin bekçilik ettiği soyut haklar hep bu “birey”e bahşediliyor.
 
Soyut haklar mutlak doğrunun bulunmadığı ancak mutlak bireylerin bulunduğu bir dünyada bireyin iktidarını somutlamanın aleti oluyor.
 
Ruh ile bedenin ayrıştırılmasının iki pratik sonucu var: ruhun bedenin emrine ya da bedenin ruhun emrine verilmesi. Paradoksal olarak ruhun bedenin emrine verildiği durumda aslında ruh, tersi durumda ise beden yüceltiliyor. Her iki halde de ruh ve beden sadece müstakil bireylerde anlamlı görülüyor. Ruh bedenin emrindeyse bedenin pratikteki sefahati ruhun özgürleştirilmesi ideolojisini gerektiriyor. Beden ruhun emrindeyse ruhu daha uzun süre barındırabilmesi adına beden korumaya alınıyor. “Beden ruhun hapishanesidir” demekle “beden ruhun muhafazasıdır” demek arasında fark bulunmuyor.
 
İster hapishane ister muhafaza olarak kodlansın ölüm bu müstakil bedenlerin yaşamına bir müdahale olarak algılanıyor. İster kazayla, ister ecelle, isterse öldürülme yoluyla gelsin bu böyle.
 
Bahsedilen ayrımın ajanı gazetecilik ideolojisi İbrahim Çuhadar’ın gerçekleştirdiği eylemde ölen polise “ruh”, devrimciye “beden” muamelesi yapıyor. Ne zaman bir asker ya da polis ölse ya kısa zaman önce evlendiği, ya kısa zaman sonra evleneceği, ya yeni çocuk sahibi olduğu ya kısa zaman sonra olacağı vb. anlatılıyor. Sanki bunlar toplumsal hayatın sıradan işleri değilmiş yahut şehit olan devrimciler eylemleri öncesinde yerden bitmiş, gökten düşmüş gibi.
 
Devrimci yer ile gök arasındaki diyalektiğin vücuda gelmiş halidir. O ne yerden biter, ne gökten düşer; yerin ve göğün birliğini anlatır o. Bu birliği bugünde savaşarak kurmayı anlatır. Bu içkinlik-aşkınlık diyalektiği belki en güzel Che’nin formülasyonunda ifade kazanıyor: devrimci gerçekçi kalarak imkansızı istiyor. İmkansızı istemek bir “iman” meselesi.
 
Gerçeklik sayısaldır; görsel, işitsel bir sunumdan başka bir şey ifade etmiyor. Gerçeğe biat etmek anlamında “gerçek”çi olan aslında “iman”la alay ediyor.
 
Orhan Yılmazkaya’nın "Biz düşeceğiz fakat bizden sonra bu kavga mutlaka sürecek, binlerce yıldan beri sürdüğü gibi" sözleri işte bu bakış neticesinde televizyonlarda müstehzi bir ifadeyle, gülerek okunuyor. Liberal, sahtekârlığı, bilinç dışı bir zeminde ifa etme noktasına kadar içselleştirmiş, bu anlamda “riyakârlıkta samimi” olana verilen ad; onca "insan hayatının kıymeti" edebiyatı liberalin gözünde hem devrimci için geçersiz hem de onunla alay edebilmenin yolunu açacak bir ön-önerme oluyor. (1)
 
Kanser bir hücrenin sınırsızca bölünmesi demek. Bu “bölünemez birey” ve onun düzeni için büyük tehdit. Burjuvazi küçüğüyle büyüğüyle devrimcileri kanser olarak görme eğiliminde. Devrimcinin şiddetinin yıkıcılığı görülüyor da yapıcılığı görülmüyor. Gazetecilik ideolojisi bu düşünce zinciri içinde Mensur Güzel’in kanserli olduğu bilgisinin üzerine atlıyor. Mensur Güzel kanserli hücre derekesine indiriliyor.
 
Kanser burjuvaziye irrasyonel geliyor. Devrimciler de öyle. Oysa her şey ve her durum aklın ölçüsüne vurulduğunda aklî olanla olmayan arasındaki niteliksel fark ortadan kalkıyor. Böylelikle akıl da akıl dışı da burjuvazinin emrine giriyor.
 
Burjuvazinin toplumsal sözcüsü liberal, kendini işine geldiğinde bedensiz ruh, işine geldiğinde ruhsuz beden olarak kodlayan bir yaratık olduğu, aynı anda hem her yerde hem hiçbir yerde bulunmaya öykündüğü, “bir ölümlü olarak sıradan insan” olmamak adına türlü teorik, pratik taklalar attığı için şiddet karşıtlığı güdenlerin başını çekiyor. Rüyada olup olmadığını anlamak isteyen birinin kendini çimdiklettirmesi klişesinin hatırlattığı gibi, liberali, yukarıda izah edilen stratejisine paralel, herkesi hakir gördüğü kutlu mevkiinden reel dünyaya çekebilmenin yegâne yolu, bilinçli ya da bilinçsiz, onun üzerinde şiddet uygulamak oluyor.
 
Gazeteci varlık zeminini işte bu şiddeti tahkir etmede buluyor.
 

                                                                                                                                                                                  M. Ocakçı

Dipnotlar

(1) An denilen sonsuzluğun içine doğduğunu ve orada yaşadığını zanneden cahil utanmadan Müslümanlık iddiasında da bulunabiliyor (Orhan Yılmazkaya ile alay edenler Turgay Güler ve Taha Akyoldu); Müslüman, tarihin çölünde kişisel varlığıyla kum tanesi olduğunu bilen (ubudiyet) ama bunu rüzgâr önünde yaprak olmanın gerekçesi yapmayan (ahlak) ve o tarihin uçsuz bucaksızlığı içinde belli referans noktaları ile bağlı olduğunun bilincinde olan (iman) ve bu bağlılığın toplumsal ifadesi olarak hep gördüğü yahut hiç görmediği dindaşlarıyla, yoldaşlarıyla gönül birliği içinde eyleyen (sâlih amel) adamdır. Bu anlamsal dizge içinde düşünüldüğünde asıl Müslüman Orhan Yılmazkaya’dır. Orhan Yılmazkaya, örnek olsun, bir Müslüman’ın Uhud şehitleriyle kuracağı fikir, gönül ve amel bağını aynı refleks üzerinden Thomas Münzer'le, Şeyh Bedreddin'le, Mahir Çayan'la kuruyor. Turgay Güler ve aynı soydan Müslüman posası için Uhud, Uhudlar bir daha yaşanmasın diye birbirlerine anlatıp anlatıp zırladıkları bir masaldır. Müslüman, Uhud'un cesaret ve azim ruhunu çoğaltmayı dert edinen, çoğaltana hürmet edendir.

 

Reformizmin Keskin Kokusu (1)



 

“...bu anlayış gerçek düzeni tersine çevirmekte ve üst yapıyı alt yapının yerine koymaktadır, daha kesin biçimde söylemek gerekirse , sömürüyü hasır altı edip bir tek baskıyla ilgilenmekte ya da aynı yanlışın daha ileri bir biçimi olarak, emperyalizmin en ileri aşaması olarak sunulan tekelci devlet kapitalizmi aşamasında sömürünün artık kendi özüne,yani baskıya indirgendiğini ya da aradaki ince farkı hissettirmek istersek, sömürünün pratikte baskı olup çıktığını söylemektedir.”

Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları 

 

 

  Üst yapı kurumlarının ve ideolojilerinin nakliyecisi, Althusserci terminolojiyle taşıyıcısı, küçük burjuvazidir. Althusserci ekol insanların tarihin protagonisti(ana karakter/baş kahraman) olmamaları anlamında toplumsal ilişkilerin taşıyıcısı olduklarını söyler. Bu özünde bir hümanizm eleştirisidir. Hümanist ideolojilerin önermelerini yanlışlamak üzere Althusser toplumun insanların aralarında kurdukları öznel ilişkilere indirgenemeyeceğini belirtir. Tarihi kavramanın yolu insanların tabi olduğu nesnel toplumsal yapıların (sınıf mücadelesi, üretim ilişkileri, ideolojiler) kavranmasından geçer. Taşıyıcı kavramı, özneliği dışarıda bırakmakla yerinde görünse de hamil, yani elinde bulunduran anlamına da gelmesiyle bir şeyin bir yerden başka bir yere nakledilmesini anlatmaktan çok o şeye yataklık etmeyi ifade eder görünmektedir. Oysa ki taşıyıcı toplumsal yatıştırıcı ve yapıştırıcı anlamında Gramsci’nin deyimiyle “ortak ideoloji”nin ve bunun ayrı ayrı bileşenlerinin sadece etkileneni olmak anlamında hamili değil aynı zamanda bu ideolojilerin yayıcısıdır. Örneğin öğretmen burjuva eğitiminin(ve her türlü ideolojik işleviyle o eğitimin müfredatının), doktor burjuva tıbbının, memur (belki bir avukattan daha çok) burjuva hukukunun yayıcısı ya da şimdilik kullanmayı uygun gördüğümüz terimle nakliyecisidir.

 

  Bu noktada dikkat edilmesi gereken yukarıda sayılan meslek gruplarının tamamının küçük burjuva unsurlar olduklarıdır. Althusserci taşıyıcı kavramı ve nakliyeci terimi bu noktada da farklılaşmaktadır. Zira Althusser ve ekolü taşıyıcıyı net bir sınıfsal  ayrıma tabi tutmaz ve tersinden bir hümanizmle insan kavramsallığı üzerinden tekil kişilerin ideoloji taşıyıcısı oldukları savıyla taşıma işlevini gücül anlamda herkese ya da en iyi olasılıkla bütün toplumsal sınıflara  yüklerken nakliyeci nakliyeciliğin toplumsal doğası gereği küçük burjuva olmak zorundadır.

 

  Soru nakliyeciliğin toplumsal doğasının ne olduğudur. Nakliyeci, aynı anlama gelmek üzere küçük burjuva artı değer yaratmamakla “üretim-dışı”dır. Burjuvazi ve proleteryaya karşıt olarak yer aldığı bu konum dolayısıyla küçük burjuva halkın pek yerinde tabiriyle her devrin adamıdır. Toplumsal bir kategori olarak emeğin sosyalizasyonu iktisadi aynada üretim güçlerinin gelişimi olarak yansır. Üretim güçleri gelişir, üretim ilişkileri dönüşürken bu süreçten ekonominin belirleyici düzleminde,yani son kertede, hemen hemen hiç etkilenmeyen  (feodal dönemin orta sınıfı olan burjuvazi hariç tutulmak kaydıyla) orta sınıftır. Örneğin bir doktor, bir öğretmen, bir memur, sınıflı toplumun her tarihsel aşamasında bulunabilir. Üretim tarzının değişmesi hakim sınıfın toplumsal paradigmalarına tabi olmak dışında seçeneği bulunmayan bu sınıf üzerinde ideolojik etkileri dışında yaşamsal (ve yapısal) anlamda hiçbir etki bırakmaz. Bu sınıfın mensupları içinde siyasal rejime muhalefet edenler ya sömürünün baskıya dönüştüğünü, mensup oldukları sınıfın nicel büyümesinin işçi sınıfının politik etkinliğini kıracak ölçüye ulaşıp yine bu sınıfın ideolojik ya da fiili öncülüğünü geçersizleştirecek bir nitel sıçrama aşamasına geldiğini, böylelikle ideolojik ve fiili öncülüğün kendilerine geçtiğini ya da orta sınıf kavramsallığının  burjuva ideologlarının manipülasyonun sonucu olan teorik bir yanılsama olduğunu, böyle bir sınıfın artık varolmadığını, dolayısıyla, örneğin yukarıda sayılan meslek gruplarının Derridavari  yapı-sökümcü bir bakış açısıyla artık sınırları belli bir sınıfa dahil edilemeyeceğini ancak burjuvazi ordusunun astsubayları olarak görülebileceklerini iddia eder. Her iki yaklaşımın da politik-pratik gerekçeleri anti-devrimcilik ve hakim sınıfın hakim ideolojisinin nakliyeciliğini üstlenme parantezine alınabilir. Bu gerekçelerin değerlendirilmesine geçmeden önce nakliyeci sınıfın analizini özet olarak tamamlamakta yarar var.

 

 Öncelikle belirtilmesi gereken sınıfın salt ekonomik bir kategori olarak değerlendirilemeyeceğidir. Yukarıda sözü edilen yaklaşımlardan ikincisi burjuvaziyi değerlendirirken gösterdiği cömertliği küçük burjuvazi için göstermez ve sorunsalının bekası gereği onu toplumdaki iktisadi ilişkiler düzlemine hapseder. Böylelikle bakkalın tarihe karışması, demircinin, turistlerin para karşılığı sırtına bindikleri deve türünden bir hatıra fotoğrafı nesnesine dönüşüp sosyo-ekonomik etkinliğini yitirmesi küçük burjuvazinin yok olması anlamına gelir. Bu yaklaşıma göre küçük burjuvazi esnaf ve küçük tüccardan mürekkeptir. Tersine orta sınıfın giderek hacimlendiğini savlayanlar da bu sınıfın proleterleştiğini söyleyerek aynı ekonomizmi sürdürmektedir(Avukatlar, doktorlar, mühendisler, memurlar, öğretmenler gibi meslek gruplarını bu grupların sosyal hak mücadeleleri bağlamında işçi sınıfının doğal müttefiki olarak görenler işçi sınıfının ekonomik mücadelesiyle de ortaklaşılması gerektiğini,  bu ikili mücadelenin bileşenlerinin(sosyal ve ekonomik haklar) zaten hemzemin olduklarını söylerken bilinçli ya da bilnçsiz bir tahrifat içindeler. Zira işçi sınıfının asıl yaşamsal mücadelesi olan politik mücadele bu tabloda kendine yer bulamamaktadır. Ayrıca sosyal ve ekonomik haklar hiçbir surette hemzemin değildir. Sosyal haklar örneğin SSGSS düzleminde düşünüldüğünde temelde devletle göbek bağı bulunan kesimleri ilgilendirmektedir; sosyal anlamda kaybetmekten imtina edecekleri hakları bulunanlar bunlardır. Bu kesimin temsilcilerince memurun artık eski memur olamayacağı her yerde serzeniş konusu edilmektedir. Diğer taraftan “sosyal haklar” kavramsal olarak hiç değilse burjuva hukuku düzleminde karşılığını bulsa da ekonomik haklar lafzı tastamam totolojidir ve sömürüyü gizlemeye yöneliktir. Bu bilim-dışılık, Anayasa Mahkemesinin sosyal devlete ilişkin çeşitli tanımlamalarında emek-sermaye dengesini sağlamaktan sözedilmesiyle örneğini bulur. Emek-sermaye dengesi denen mistifikasyon gerçekten de sosyal devletin temelidir ve bu dengeyi kuran unsur işçi sınıfı değil küçük burjuvazidir. Hakim ideolojinin etkilerine elbette proleterler de maruz kalabilir ve Althusser’in verdiği örnekle sözgelimi bir mühendis olmadan işlerin yürüyemeyeceğini, dolayısıyla müdür, mühendis gibi küçük burjuva unsurların daha kıymeti haiz olduğunu düşünebilir ancak son tahlilde bu ideolojinin yeniden üretimini yıkacak dinamik devrimci güç sınıf mücadelesinin kendisidir ve işçiler bu mücadelenin doğal neferleridir. Salınım halinde bir toplumsal mevcudiyeti bulunan küçük burjuvazi bu mücadelede safını nesnel yapılara olan tabiyeti dolayısıyla konjonktürel olarak bulur.).Birinciler önsel olarak küçük burjuvaziyi büyük burjuvazinin safına atıp baskıya(zulme) kör bakmakta, ikincilerse bu sınıfı genel bir halk-emekçi soyutlaması içinde çözüştürüp orta sınıfın kimi mensuplarına bir parti ya da örgüt kimliği vererek onları (kendilerini komünist ilan eden partiler türünden) proleter ilan etmektedir.

 

  Küçük burjuvaziye ilişkin sınıfsal tanımlamanın ekonomist biçimi toplumun bir bölümünün sömürüden payını alabilmek üzere yetiştirildiği, buna  yönelik spesifik bir eğitim aldığı yani kısaca “meslek” sahibi olduğunu unutmaya ya da hiç görmemeye meyillidir. Meslek meşgale ya da uğraş değildir. Sözcük batı dillerinde (İng. ve Fr. profession, Lat. professio) belli bir kalifikasyon gerektirmek anlamında profesyonellik sözcüğüyle aynı kökten gelir. Türk Dil Kurumu sözlüğü de mesleği “belli bir eğitim ile kazanılan sistemli bilgi ve becerilere dayalı...iş” olarak tanımlamaktadır. Bu, meslek sahibinin yaşam pratiğinin işçininkiyle arasındaki yarığın birincisinin belli bir  formasyon sahibi  olmasıyla açıldığını ifade eder. Zanaatçılar dışarıda tutuldukta, işçi ile emekçi yani çalışan arasındaki fark, çalışmanın en temel şeklinin, (işçinin aksine) maddenin biçim değiştirmesi eyleminde bulunmak değil ya birine maddeyi değiştirmesi yönünde talimat vermek ya da belki son söyleneni de kapsamak üzere maddenin (ya da maddi ilişkilerin) (fiziki, hukuki, pedagojik vs.) bilgisini (ya da işlevini) dolaylı ya da dolaysız paraya tahvil etmek olmasıdır. İşçi ile emekçi ya da meslek sahibi arasındaki ontolojik yarığı açan “formasyon” bu noktada işlerlik alanı bulur. Çalışmak maddeyi (maddi olanı) pazarlamaktır. Bu çalışanın(emekçinin ya da meslek sahibinin) bir pazara nesnel olarak gereksindiği anlamına gelir. Ancak maddeyi değiştiren (ve zanaatkardan farklı olarak, onun nihai ürünle toplumsal-psikolojik-ekonomik hatta ideolojik düzeylerde kurduğu bağları kurması olasılığı bulunmayan) işçinin pazardaki yeri bir zorunluluğun neticesidir. İşçi için pazar işgücünü satmak zorunda kaldığı bir hapishaneyken emekçi için ekmek kapısı ya da sınıf içi konumuna göre teknesidir. Kapı ya da tekne; emekçi-meslek sahibi pazarın yasalarının işlemesine bir biçimde muhtaçtır ancak tekelci kapitalizm döneminde bu yasaların dönüp dolaşıp onu da vurabileceğini ve ol sebepten rehabilitasyona tabi tutulabilirliğinin bir gereklilik olduğunu ideolojik planda kabul eder.


 

 

                                                                                                                                                                    M. Ocakçı    

Şehid Osman Karahan'ın Ardından


Osman Karahan ağabeyimizin Halep'ten şehadet haberi geldiğinde, bir köşe yazısıyla biraz olsun içimi dökmek istemiştim...

Gecikmeli de olsa, fırsatını yakaladığım bu anda biraz olsun şehid ağabeyim ile ilgili duygularımı, özelde de minnet ve şükran duygularımı dile getirmek istiyorum.

4 Aralık 2004 tarihinde akşam vakti Kandıra F Tipi tarihinde cezaevinden tahliye olmuştum. Kandıra-İzmit üzerinden İstanbul Harem otogarına gelmiştim, tahliye olduğumuzu öğrenen dostlar, kardeşler otogara gelerek karşılama yapmışlardı. Bu sırada Cihan haber ajansında çalışan Fatih kardeşimiz de kamerası ile gelmiş sorular sormuştu.

“8 yıl yattıktan sonra tahliye oldunuz, ilk duygularınızı alabilir miyiz?” şeklindeki sorusuna verdiğim cevapta özetle şöyle demiştim:

“Ben cezaevine girdiğimde Lübnan’dan Şehid Abbas Musavi’ler, Filistin’den Şehid Fethi Şikaki’ler ve Şehid Yahya Ayyaş’ların kanları vardı gözlerimin önünde. Bu kanları gördükçe siyonist düşmanla mücadele azmimiz daha da artıyordu. Özgür Kudüs davamızın meşalesiydi bu aziz şehidlerimiz. Ama şimdi burada bu aziz şehidlerimizin yanı sıra Şehid Ahmed Yasin’lerin, Şehid Abdulaziz Rantisi’lerin, Şehid Salah Şehade ve Şehid Ebu Şeneb’lerin kanları geliyor gözlerimizin önüne. Bu kanların hesabını sormaktan, Siyonistlerin ayak bastığı her yeri onlara cehenneme çevirmekten başka bir düşüncem ve arzum yoktur. Siyonistler ve onun baş destekçisi Amerika şunu iyi bilmeli ki, bizim savaşımız sadece Filistin topraklarında ve etrafında sürmeyecek. New York’undan Washington’una, Kaliforniya’sından Teksas’ına Amerikan kentleri İslam’ın tokadıyla sarsıldığında bunu o zaman daha iyi anlayacaklardır. 11 Eylül’leri mumla arayacaklar.”

Bunun üzerine orada bulunan Emine Şenlikoğlu ablamız, bir anne Mihribanlığı ile, “kardeşim daha yeni çıktın, az mı acı çektik. Şimdi biraz dur da, tekrar içeri girme bari” derken bir başka kardeşimiz “Nureddin El Kaide ağzıyla niçin konuşuyorsun?” diye itirazını bildirmişti…

Günler geçmeye başlamıştı. “Sakıncalı Piyade” olarak görüldüğümün farkındaydım. Bazı dostlara bunu sorduğumda, benim “El kaide üslubu”yla hareket ettiğimden dolayı bana mesafe konulduğunu söylemişlerdi. Bazıları da “Nureddin içerden El Kaideci olarak çıktı” bile diyordu…

Demek ki, Harem otogarında karşılaştığım uyarı ve itiraz daha sonraki günlerde de karşıma çıkacaktı…

Aslında bunun biraz öncesi de vardı....

Cezaevinde bulunduğum sırada İstanbul’da sinagoglara, İngiliz Elçiliği ve İngiliz Bankasına bombalı saldırılar düzenlenmesi üzerine, İslami kamuoyunda ve yayın organlarında, bu eylemlerin bir “terör” olduğu ileri sürülerek, ortak telin ve kınama açıklamaları yayınlanıyordu.

Bu durumdan rahatsız olmuş ve yaklaşık 17 sayfalık bir yazı yazarak Haksöz dergisine göndermiştim. Çünkü dergi kapaktan bu eylemleri “terör” olarak tanımlamıştı, ben de Kur’an’daki cihad ayetleri ışığında bunun aksini savunmuştum….

11 Eylül konusunda da benzer tartışmalar içine girmiştik…

Tahliye olmamızın üzerinden bir iki ay geçmiş, Fatih Akdeniz caddesi üzerinde bir ofis açmış dernek ve internet sitesi çalışmalarına başlamıştık.

Daha önce kendisiyle tanışmadığım Avukat Osman Karahan ile bu dönemde tanışmıştık. Bizim ofis giderlerimiz için de maddi yardımda bulunmuştu. Birlikte çalışmak için bazı projeleri gündeme getirmiş, özellikle şehidlerin ve cezaevlerinde olan kardeşlerimizin aileleri ile dayanışma amacıyla bir dernek kurma projesi üzerinde duruyorduk.

Fatih Fevzi Paşa caddesi üzerinde bir ofis kiralandı ve İHADER’in kuruluş süreci başladı. Ben de bu ekibin içinde idim. Ne ben Osman ağabeyin selefi olduğunu bilmez idim, ne de onlar benim İslam İnkılabı taraftarı olduğumu. Birbirimizi çok iyi tanıyorduk. Aynı idealler, ortak hedefler için yapabileceğimiz bir şeyler vardı ve onları paylaşıyorduk.

Bu süreçte hem internet sitesinin kurulması, hem de haftalık bir gazete çıkarılması planlandı. Yayıncılık tecrübemiz cihetiyle, ben de bu yayın çalışması ekibinin başında olacaktım. Gazete için sermaye koyacak kişinin vazgeçmesi üzerine sadece internet sitesi yayına başladı…

Dernek kurulmuştu, fakat genel tabloya “aykırı” oluşundan dolayı bu dernek hem hedef olmuş, hem gözaltına alınmış, hem de yalnızlaştırılmıştı. Ardından Osman ağabeyin cephelere gittiğini öğrenmiş ve bir daha görememiştim…

Kendisinden aldığımız en son haber, bu yiğit, fedakar ve muhlis ağabeyimizin şehadet haberi oldu…

Şimdi burada bazılarının, ileri çıkarak, Suriye konusunda hem karşıt bir tavır sergileyip hem de Osman ağabeyin şehadetini belirtmemizin bir çelişki olduğunu söyleyeceklerini biliyorum…

Burada öncelikle Osman ağabeyin hiçbir dünyevi hesap ve kaygı içinde olmadığını, kendisini İslam davasına ve mazlum Müslümanlara adadığını yakinen bilen bir kardeşi olarak, onun, adandığı idealler uğruna ölümle karşılaşmasının şehadet olduğuna inandığımı belirtmek istiyorum.

Bu vesileyle, Suriye’de rejim karşıtı mücadele sahnesinde yer alan bütün muhlis Müslümanları kendimden ayrı görmediğimi, meseleye makro çerçevede baktığımızda, bu kardeşlerimiz ile taktiksel ve stratejik ihtilaf içinde olduğumuzu belirtiyorum. Eğer bu ihtilafta yanlış yerde duruyorsak, bunu zaman gösterecektir. Samimi, muhlis ve fedakar hiçbir kardeşimin gayretini ve mücadelesini mahkum etme durumunda olmam…

Suriye’ye “cihad” için giden kardeşlerimiz, oradaki Suriyeli İslamcı kardeşlerimiz ile “Özgür Suriye ordusu” diye tanımlanan ABD-İngiliz-Suud ve Katar yapımı paravan yapılanmanın birbiriyle tamamen kan ve doku uyuşmazlığı içinde olduğunu, CIA ve MI6 kontrolündeki Özgür Suriye Ordusu’nun şimdilerde en büyük hedefinin ise “İslamcılar” olduğunu belirtmek istiyorum.

Büyük şeytan Amerika, bir taraftan sınırsız bir şekilde “Özgür Suriye Ordusu”nu askeri, lojistik ve istihbari olarak desteklerken, diğer taraftan da Amerikan emir eri Özgür Suriye Ordusu liderlerine “İslamcılar”ı hedef göstertmeye devam ediyor.

Daha önce el Hayat gazetesine verdiği demeçte, bir sonraki savaşın İslamcılarla olacağını söyleyen Özgür Suriye Ordusu Askeri Konsey Başkanı General Mustafa el Şeyh, Suriye’de İslamcıların gücünün arttığına dikkat çekerek bu “tehlikeli” sürecin kesinlikle önlenmesini söyledi.

Peki, bir taraftan Özgür Suriye Ordusu’nu ülkemizde bayraklaştıran bazı İslamcılarımızın, aynı zamanda Suriye’deki İslamcıların yanında durması yaman bir çelişki değil mi? Özgür Suriye Ordusu’na silah isteyenler, bu silahların yarın İslamcıları yönelmeyeceğini, bir gün bu mermilerin Osman Karahan gibilerin göğsüne boşaltılmayacağını garanti edebilir mi..?

Dürüst olalım…

Dün bize “El Kaide ağzıyla konuşman iyi olmuyor” diyenlerin, belli eylemleri “terör” diye tanımlayanların bugün aynı Müslümanların ardından döktükleri gözyaşları ne kadar sahicedir?

Bir gün gelir, birileri size, Osman Karahan’ın, eylemlerini “terör” olarak tanımladığınız o Müslümanların avukatlığını yaptığını da hatırlatır.

Eğer Karahan’a birileri ağlayacaksa, bırakın da, duruşma salonlarında onun arkasında duran tutsak Müslümanlar ağlasın… Onlara “terörist” deyip bildiri yayınlayanlar değil…

Yalan söylüyorsak, açalım mı sayfaları...?

                                                                                                                                                                             Nureddin Şirin




“Bizim Çocuklar”ın Davutoğlu Konsepti!

Sovyet Bloğu’nun çök(ertil)mesiyle, özellikle 90’lardan itibaren ortaya çıkan “belirsizlikler çağı”nda, uluslar arası gelişmeler, ulusal siyasetleri doğrudan belirlemeye başladı.

“Postmodernizm” gibi felsefi bir kavram üzerinden izah edilen “küreselleşme” sürecinin ekonomi ayağı, sermayenin dönüşümü, ulusal sınırları yıkması, eski kapalı ekonomileri pazara açması ve tüm bunların toplumsal maliyeti gözlerden saklandı.

Küreselleşen “Sermaye”nin, mevcut siyasal mekanizmaları hem ulusal hem uluslararası ölçekte revizyona zorlaması, halk kitlelerine “globalleşmenin imkanları” gibi bir masal üzerinden yutturuldu.

Türkiye aslında 80’lerle beraber, Özal üzerinden bu dönüşümü algılamış ve devlet yapısını yeni baştan dizayn etme çabasını göstermişti.

Ulusal düzeyde siyasetin tarafları arasındaki çatışma, 28 Şubat sonrası AKP Hükümeti ile beraber yerini “yeni dünya düzeni”ne uyum sağlama noktasında uzlaşıya varmış, bir devlet politikasına dönüştü.

Devletin otuz senedir süren yeniden yapılanma sürecinin devamı olan AKP Hükümeti’nin performansını, bu sürece uyum sağlama çabaları açısından değerlendirmek gerekir.

Bu zaviyeden bakıldığında AKP kadroları bu yeni sermaye düzeninin dayattığı değişimi okumakta ve uygulamakta başarılı olmuşlardır(!)

Bizim AKP’ye itirazımız da baştan itibaren öncüsü olduğu değişimin başarısına değil mahiyetine ve maliyetine ilişkin olmuştur.

Bu olguyu farklı açılardan değerlendirmek mümkün.

Ancak içinde bulunduğumuz sürecin yakıcılığı, bu dönüşümün içeriği ve yönünü, özellikle uluslararası ilişkiler üzerinden, değerlendirmeyi zorunlu kılıyor.

Öncelikle şunu söyleyelim ki, AKP’nin “Davutoğlu konsepti” şeklinde İslami camiaya yutturmaya çalıştığı yaklaşım aslında ne AKP”ye ve ne de Davutoğlu’na aittir.

Bu yaklaşım, Özal’la birlikte başlayan, 90’larda Demirel ve hatta Çiller tarafından sürdürülen ve özellikle İsmail Cem’in Dışişleri Bakanlığı sırasında çerçevesi çizilmiş bir siyasettir ve Türkiye cumhuriyeti devletinin resmi yaklaşımıdır.

Uluslararası konjonktürde beliren çok kutuplu, çok seçenekli ortamda, ortaya çıkan bölgesel boşluğu doldurma çabası olarak başlayan, ve ilk olarak Türki cumhuriyetler üzerinden gündeme getirilen “milli konsept”in devamıdır.

AKP’nin bu dönüşümde, devletin çerçevesi çizilmiş yaklaşımına getirdiği yenilik; dışarıda “İslamcı” olarak algılanışını, bölgede bir politik sermaye olarak kullanma çabasından ibarettir.

Bölge ülkeleri ile kurduğu temaslarında, resmi diplomasi ile paralel olarak, İslami örgütler, özellikle İhvan kökenli hareketlerle kurduğu ve yürüttüğü diplomasinin içeriğini işte bu algılama üzerine inşa etmeye çalışmaktadır.

Bu revizyonda, Özal’dan itibaren Türkiye’ye “bölgesel güç olma” gibi bir hedef belirlendiğinden, bölge ülkeleri ile ilişkiler yeniden dizayn edilmiş, bu hedefin gerçekleştirilmesinde bölgedeki iki unsur rakip olarak görülmüştür.

Bunlar İsrail ve İran’dır…

“Bölgesel bir güç” olabilmenin öncelikle bölgesel bir meşruiyet gerektirdiği gerçeği, Türkiye’nin hemen her fırsatta kendine bir “arabuluculuk” misyonu atfetmesiyle; hatta çoğu zaman dayatmasıyla, “proaktif diplomasi” adı altında gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.

Ancak bu diplomasi “lider ülke” stratejisinin amaçlarına matuf olduğundan, başlarda görece bir kabul görse de kısa sürede “yeni Osmanlıcılık” olarak algılanmaya başlanmış ve gelinen noktada “komşularla sıfır sorun” dan tüm komşularıyla kavgalı, kavga ettikçe de hırçınlaşan, muhteris bir yeni Osmanlı iddiasına dönüşmüştür.

AKP’nin bölgede, İsrail karşısında İran’dan rol çalmaya çalışırken yaşadığı çelişki, “one minute” söyleminde kendini net bir şekilde göstermektedir. Söylemin tüm radikalliğine rağmen aslında resmi yaklaşım İsrail’in meşruiyetini sorgulamaz, sadece onu masaya oturtan taraf olma başarısını hedefler. İsrail bölgesel bir rakiptir ancak, ortadan kaldırılacak bir düşman değil…

Bu İsrail karşıtı gibi görünen tutumun sınırlarını ve hırpalanmış bir İsrail’in “Direniş” karşısında geri adım atmasının ya da bu yönde ki çabalara verilecek desteğin, İran’la yakınlaşma gibi anlaşılması, ayrıca İsrail’in devre dışı kaldığı bir denklemde, İran’ın bölgede ve tüm İslam dünyasında yükselecek olan prestijinin doğuracağı risk algısı, “Davutoğlu doktrin”’nin (böyle bir şey varsa eğer) mantığı oluşturur.

Özellikle ve öncelikle Filistin meselesini İran’ın tekelinden kurtarmak(!), böylelikle hem İsrail’i hem de İran’nı ekarte etmek Davutoğlu konseptinin nirengi noktasıdır.

Bu kotarılırken, “barış” adı altında aslında Filistin direnişini bitirerek, ABD’nin dayattığı ve Aksa İntifadası’yla akamete uğrayan “Oslo Barış Sürecini” bir alternatif olarak dayatmak ve İsrail’in hayati çıkarlarına zarar vermeksizin, Filistinlileri de rüşvet kabilinden; gerçek sınırlar ve mülteciler sorununu denklem dışında bırakan, bir ‘devletçik’e razı etmek çabası yürütülmektedir.

Barış olarak sunulan alternatif aslında, tüm “direniş” hareketlerine silahlı mücadelen vazgeçip, küresel sermayenin şefkatli kollarına kendilerini bırakmaları şeklinde bir “ahlaksız teklif”tir.

AKP Hükümeti Filistin’de direnişi bitirmek ve yerine bir ‘Filistin AKP’si oluşturmayı teklif etmekte ve bu yolda özellikle Hamas’ı dönüştürmek için büyük çaba sarfetmektedir.

Böylece bir arabulucu olarak; hem İsrail’i masaya oturtan “bölgesel güç” olma payesini kazanacak hem de, İran’ın desteklediği, direnişin “şiddet” içeren çözüm önerisine karşı barışçıl bir çözümü hediye eden, Filistin halkının gerçek dostu, İslam dünyasının gerçek lideri haline gelecektir.

Bu yaklaşımın ikinci ayağı, İran’dan boşalacak ya da ona karşı doldurulacak bölge halkları üzerindeki etki sahasına ilişkin hamlelerdir.

Körfez sermayesiyle girilen yakın işbirliği, Arap Baharı ile birlikte gün yüzüne çıkan, İhvan kökenli hareketlere “menejerlik” yapma, AKP’yi bu acemi(!) hareketlere bir model olarak yutturma çabaları bu ayağın diplomasisidir.

Davutoğlu konseptinde Osmanlı’dan boşalan “stratejik derinlik” Sünni dünyanın liderliğine tekabül etmektedir ve bunun gereği yapılmaktadır.

Suriye meselesinde de, Türkiye devletinin bu kadar cevval olmasının bir ayağını işte bu “durumdan vazife çıkarma”, daha doğrusu “ vazife çıkarmaya müsait bir durum yaratma” kaygısı oluşturmaktadır.

Tabi bir de bölgedeki Kürt meselesi var ki, aslında Türkiye devletinin Suriye’deki karın ağrısı bu ülkedeki Kürtlerin varlığıdır.

“Kardeş” oldukları dönemde Beşar Esed’i Kürtlerin ayaklanmasına karşı uyaran Başbakan, birkaç ay sonra, Arap Baharı’nın Suriye’ye sıçramasıyla, taktik yaklaşımını değiştiren Türkiye Cumhuriyeti devletinin yeni tezini sahiplenmiştir. Bir senede yüzseksen derece değişen tutumun arkasında aslında bir “ahlaki ilke” değil bu reel politik vardır.

Türkiye devletinin korkusu Suriye’de de Mısır’da ki gibi nispeten barışçıl bir geçişin, kuzeydeki Kürtleri, “özerklik” ya da “otonomi” noktasına getirebileceği, en azından barışçıl bir iktidar değişikliğinde, yeni bir güç olarak ortaya çıkaracağıdır.

Bu yüzden; Kürtlerin Suriye’deki en politik ve örgütlü muhalif toplumsal grup olarak, aktif bir şekilde içinde yer alacağı bir geçişi engellemek için, muhalefeti militarize etmek, Kürt bölgesine bizzat müdahale edebileceği bir ortam yaratmak ve iktidar değişiminde Kürtleri denklemden çıkarmak çabasındadır.

Ancak hiçbir konsept, ‘Ortadoğu’da kitapta durduğu gibi durmaz.

Zira AKP’nin ve şakşakçılarının kendilerince çok dahiyane buldukları bu siyaset, Ortadoğu’nun mazlum halklarının, daha önce yüzlercesini yaşadığı, onları küçümseyen, saf-cahil yerine koyan şark kurnazlıklarından başka bir şey değildir.

“ümmet… ümmet…” diyerek ümmetin kanı üzerinden hesap yapan, ve hiç utanmadan ABD-NATO ittifakını, mızraklara geçirdikleri Kur’an sayfalarıyla gizleyerek, ulusal bir takım amaçlar peşinde koşturanlar, yada koşturanların ayak işlerini görenler, bu amellerini tarihe ancak bir onursuzluk olarak yazdırabileceklerdir.

                                                                                                                                                                         Kadrican Mendi