Sovyet Bloğu’nun çök(ertil)mesiyle, özellikle 90’lardan itibaren ortaya çıkan “belirsizlikler çağı”nda, uluslar arası gelişmeler, ulusal siyasetleri doğrudan belirlemeye başladı.
“Postmodernizm” gibi felsefi bir kavram üzerinden izah edilen “küreselleşme” sürecinin ekonomi ayağı, sermayenin dönüşümü, ulusal sınırları yıkması, eski kapalı ekonomileri pazara açması ve tüm bunların toplumsal maliyeti gözlerden saklandı.
Küreselleşen “Sermaye”nin, mevcut siyasal mekanizmaları hem ulusal hem uluslararası ölçekte revizyona zorlaması, halk kitlelerine “globalleşmenin imkanları” gibi bir masal üzerinden yutturuldu.
Türkiye aslında 80’lerle beraber, Özal üzerinden bu dönüşümü algılamış ve devlet yapısını yeni baştan dizayn etme çabasını göstermişti.
Ulusal düzeyde siyasetin tarafları arasındaki çatışma, 28 Şubat sonrası AKP Hükümeti ile beraber yerini “yeni dünya düzeni”ne uyum sağlama noktasında uzlaşıya varmış, bir devlet politikasına dönüştü.
Devletin otuz senedir süren yeniden yapılanma sürecinin devamı olan AKP Hükümeti’nin performansını, bu sürece uyum sağlama çabaları açısından değerlendirmek gerekir.
Bu zaviyeden bakıldığında AKP kadroları bu yeni sermaye düzeninin dayattığı değişimi okumakta ve uygulamakta başarılı olmuşlardır(!)
Bizim AKP’ye itirazımız da baştan itibaren öncüsü olduğu değişimin başarısına değil mahiyetine ve maliyetine ilişkin olmuştur.
Bu olguyu farklı açılardan değerlendirmek mümkün.
Ancak içinde bulunduğumuz sürecin yakıcılığı, bu dönüşümün içeriği ve yönünü, özellikle uluslararası ilişkiler üzerinden, değerlendirmeyi zorunlu kılıyor.
Öncelikle şunu söyleyelim ki, AKP’nin “Davutoğlu konsepti” şeklinde İslami camiaya yutturmaya çalıştığı yaklaşım aslında ne AKP”ye ve ne de Davutoğlu’na aittir.
Bu yaklaşım, Özal’la birlikte başlayan, 90’larda Demirel ve hatta Çiller tarafından sürdürülen ve özellikle İsmail Cem’in Dışişleri Bakanlığı sırasında çerçevesi çizilmiş bir siyasettir ve Türkiye cumhuriyeti devletinin resmi yaklaşımıdır.
Uluslararası konjonktürde beliren çok kutuplu, çok seçenekli ortamda, ortaya çıkan bölgesel boşluğu doldurma çabası olarak başlayan, ve ilk olarak Türki cumhuriyetler üzerinden gündeme getirilen “milli konsept”in devamıdır.
AKP’nin bu dönüşümde, devletin çerçevesi çizilmiş yaklaşımına getirdiği yenilik; dışarıda “İslamcı” olarak algılanışını, bölgede bir politik sermaye olarak kullanma çabasından ibarettir.
Bölge ülkeleri ile kurduğu temaslarında, resmi diplomasi ile paralel olarak, İslami örgütler, özellikle İhvan kökenli hareketlerle kurduğu ve yürüttüğü diplomasinin içeriğini işte bu algılama üzerine inşa etmeye çalışmaktadır.
Bu revizyonda, Özal’dan itibaren Türkiye’ye “bölgesel güç olma” gibi bir hedef belirlendiğinden, bölge ülkeleri ile ilişkiler yeniden dizayn edilmiş, bu hedefin gerçekleştirilmesinde bölgedeki iki unsur rakip olarak görülmüştür.
Bunlar İsrail ve İran’dır…
“Bölgesel bir güç” olabilmenin öncelikle bölgesel bir meşruiyet gerektirdiği gerçeği, Türkiye’nin hemen her fırsatta kendine bir “arabuluculuk” misyonu atfetmesiyle; hatta çoğu zaman dayatmasıyla, “proaktif diplomasi” adı altında gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.
Ancak bu diplomasi “lider ülke” stratejisinin amaçlarına matuf olduğundan, başlarda görece bir kabul görse de kısa sürede “yeni Osmanlıcılık” olarak algılanmaya başlanmış ve gelinen noktada “komşularla sıfır sorun” dan tüm komşularıyla kavgalı, kavga ettikçe de hırçınlaşan, muhteris bir yeni Osmanlı iddiasına dönüşmüştür.
AKP’nin bölgede, İsrail karşısında İran’dan rol çalmaya çalışırken yaşadığı çelişki, “one minute” söyleminde kendini net bir şekilde göstermektedir. Söylemin tüm radikalliğine rağmen aslında resmi yaklaşım İsrail’in meşruiyetini sorgulamaz, sadece onu masaya oturtan taraf olma başarısını hedefler. İsrail bölgesel bir rakiptir ancak, ortadan kaldırılacak bir düşman değil…
Bu İsrail karşıtı gibi görünen tutumun sınırlarını ve hırpalanmış bir İsrail’in “Direniş” karşısında geri adım atmasının ya da bu yönde ki çabalara verilecek desteğin, İran’la yakınlaşma gibi anlaşılması, ayrıca İsrail’in devre dışı kaldığı bir denklemde, İran’ın bölgede ve tüm İslam dünyasında yükselecek olan prestijinin doğuracağı risk algısı, “Davutoğlu doktrin”’nin (böyle bir şey varsa eğer) mantığı oluşturur.
Özellikle ve öncelikle Filistin meselesini İran’ın tekelinden kurtarmak(!), böylelikle hem İsrail’i hem de İran’nı ekarte etmek Davutoğlu konseptinin nirengi noktasıdır.
Bu kotarılırken, “barış” adı altında aslında Filistin direnişini bitirerek, ABD’nin dayattığı ve Aksa İntifadası’yla akamete uğrayan “Oslo Barış Sürecini” bir alternatif olarak dayatmak ve İsrail’in hayati çıkarlarına zarar vermeksizin, Filistinlileri de rüşvet kabilinden; gerçek sınırlar ve mülteciler sorununu denklem dışında bırakan, bir ‘devletçik’e razı etmek çabası yürütülmektedir.
Barış olarak sunulan alternatif aslında, tüm “direniş” hareketlerine silahlı mücadelen vazgeçip, küresel sermayenin şefkatli kollarına kendilerini bırakmaları şeklinde bir “ahlaksız teklif”tir.
AKP Hükümeti Filistin’de direnişi bitirmek ve yerine bir ‘Filistin AKP’si oluşturmayı teklif etmekte ve bu yolda özellikle Hamas’ı dönüştürmek için büyük çaba sarfetmektedir.
Böylece bir arabulucu olarak; hem İsrail’i masaya oturtan “bölgesel güç” olma payesini kazanacak hem de, İran’ın desteklediği, direnişin “şiddet” içeren çözüm önerisine karşı barışçıl bir çözümü hediye eden, Filistin halkının gerçek dostu, İslam dünyasının gerçek lideri haline gelecektir.
Bu yaklaşımın ikinci ayağı, İran’dan boşalacak ya da ona karşı doldurulacak bölge halkları üzerindeki etki sahasına ilişkin hamlelerdir.
Körfez sermayesiyle girilen yakın işbirliği, Arap Baharı ile birlikte gün yüzüne çıkan, İhvan kökenli hareketlere “menejerlik” yapma, AKP’yi bu acemi(!) hareketlere bir model olarak yutturma çabaları bu ayağın diplomasisidir.
Davutoğlu konseptinde Osmanlı’dan boşalan “stratejik derinlik” Sünni dünyanın liderliğine tekabül etmektedir ve bunun gereği yapılmaktadır.
Suriye meselesinde de, Türkiye devletinin bu kadar cevval olmasının bir ayağını işte bu “durumdan vazife çıkarma”, daha doğrusu “ vazife çıkarmaya müsait bir durum yaratma” kaygısı oluşturmaktadır.
Tabi bir de bölgedeki Kürt meselesi var ki, aslında Türkiye devletinin Suriye’deki karın ağrısı bu ülkedeki Kürtlerin varlığıdır.
“Kardeş” oldukları dönemde Beşar Esed’i Kürtlerin ayaklanmasına karşı uyaran Başbakan, birkaç ay sonra, Arap Baharı’nın Suriye’ye sıçramasıyla, taktik yaklaşımını değiştiren Türkiye Cumhuriyeti devletinin yeni tezini sahiplenmiştir. Bir senede yüzseksen derece değişen tutumun arkasında aslında bir “ahlaki ilke” değil bu reel politik vardır.
Türkiye devletinin korkusu Suriye’de de Mısır’da ki gibi nispeten barışçıl bir geçişin, kuzeydeki Kürtleri, “özerklik” ya da “otonomi” noktasına getirebileceği, en azından barışçıl bir iktidar değişikliğinde, yeni bir güç olarak ortaya çıkaracağıdır.
Bu yüzden; Kürtlerin Suriye’deki en politik ve örgütlü muhalif toplumsal grup olarak, aktif bir şekilde içinde yer alacağı bir geçişi engellemek için, muhalefeti militarize etmek, Kürt bölgesine bizzat müdahale edebileceği bir ortam yaratmak ve iktidar değişiminde Kürtleri denklemden çıkarmak çabasındadır.
Ancak hiçbir konsept, ‘Ortadoğu’da kitapta durduğu gibi durmaz.
Zira AKP’nin ve şakşakçılarının kendilerince çok dahiyane buldukları bu siyaset, Ortadoğu’nun mazlum halklarının, daha önce yüzlercesini yaşadığı, onları küçümseyen, saf-cahil yerine koyan şark kurnazlıklarından başka bir şey değildir.
“ümmet… ümmet…” diyerek ümmetin kanı üzerinden hesap yapan, ve hiç utanmadan ABD-NATO ittifakını, mızraklara geçirdikleri Kur’an sayfalarıyla gizleyerek, ulusal bir takım amaçlar peşinde koşturanlar, yada koşturanların ayak işlerini görenler, bu amellerini tarihe ancak bir onursuzluk olarak yazdırabileceklerdir.
Kadrican Mendi