Haklılık Hırsızları


                                                                                                                                                    Yaşantımız sanki ateşten gömlek
                                                                                                                                                       İçimizden gelir bin defa ölmek
                                                                                                                                               Hakkımız değil mi bizim de gülmek?
                                                                                                                                                         Bizi bu fark yaraları öldürür
                                                                                                             
                                                                                                                                                     Müslüm Gürses - Fark Yaraları
 

Zizek’in verdiği örnekte liberal baba asıl despot baba olarak niteleniyor. Görünüşte despot-buyurgan baba çocuğuna “Kalk, babaannene gidiyoruz.” diyor. Liberal olansa “Babaannene gitmek istemiyor olabilirsin. Ama unutma ki o yaşlı bir kadın ve sen onu ziyaret etmezsen çok üzülecek, onu mutlu etmek istemez misin?” diye uzun bir söylev çekiyor.  Liberal babanın söyledikleri despot babanın “Gidilecek!” emrinin netliğiyle karşıtlık içinde şu gizli mesajı içeriyor: “Hem gidilecek, hem de bu durumdan zevk alınacak!” Asıl despotluk elbette bu ikincisidir. Liberal gizli [ama açık olandan daha amansız] bir despottur.

Televizyonda Sağlık Faşizmi Bakanlığının sigara karşıtı bir “kamu spotu” “dönüyor”. Spotta küçük bir kız babası hakkında “o kadar pis kokuyordu ki yanına yaklaşamıyordum.” diyor. Millet de bunu izleyip [Allah bilir] evdeki tiryaki babalara yan gözle kötü kötü bakıyor. Hiç kimse “Ulan, babaya pis denir mi?” demiyor. Spotun final cümlesi de şöyle: “Hayat senin, karar senin”. Buna göre sigarayı bırakıp bırakmama özgürlüğümüz var ama bu özgürlüğü sigara içmeye devam etmek yönünde kullanırsak canımızdan bir parça olan kızımızın, karımızın, konu komşunun bize “pis herif” demesine de katlanmamız icap ediyor. Bundan ala despotluk olur mu?

Peki bu, bizdenmiş gibi görünmeye debelenen, despotların kalplerinde ne gizleniyor?

Ahmet Kaya’yla dost olduğu yalanını söyleyenlerin yüreğinde onun yüreğindeki ateşin közü dahi bulunuyor mu? Asla! Bunların hiçbiri “Artık sigarayı üç pakete çıkardım günde, olsun gözüm olsun, ne olacaksa olsun!” demeye yürek yetiremiyor.

Bir filmde bir adam kaplıca havuzundaki buruşuklara bakıp “Şunlara bak, sonsuza kadar yaşamak istiyorlar.” diyor tiksinerek. Bu “yeni Müslümanlar” da sonsuza kadar yaşamak ve sonsuza kadar yaşamak isteyenlerden müteşekkil bir toplum bina etmek istiyorlar. Toplum mühendisliği yapmakla itham ettikleri soysuzlara ne kadar da benziyorlar!

İlyas Kuncak gerçekleştirdiği eylemin aslî planına göre kamyonu kullanacak kişi değil. Eyleme bizatihi katılmayacak bile, sadece örgütlenmesinde rolü olması planlanıyor. Eylemde kullanılacak kamyonun şoförü gelmeyince kamyona atlayıp eylemi gerçekleştiriyor.

Sonsuza kadar yaşamak isteyenler Kuncak’a baksınlar da tövbe edip arınsınlar! Bunlara Müslüman diyenin ağzında Müslüman küfürdür!

Mühendislik Latince ve Arapçada inşa etmek, bina etmek, yaratmak gibi anlamlara sahip kelime köklerinden geliyor. “Tersine mühendislik” denen disiplin ise adı üzerinde çatılmış, bina edilmiş olanı parçalarına ayırmayı, onu bir analiz nesnesi olarak edinmeyi anlatıyor. Tersine mühendislik uygulamada en çok başkasının teknolojisini kopya etmekle vücut buluyor. AKP’nin tersine mühendisliği Kemal’in binasını analiz edip onun bileşenlerini parçalılık halinde “dondurmak” girişimine dayanıyor. AKP Kemal’in binasını tersten kuruyor.

Kemalizm bir sonuçsa AKP onun nedenlerine dönmeyi anlatıyor. Şimdi Türkiye’de Kemalizmin nedenleri iktidardadır. Kemalizmin benzeştirerek bütünlemek istediğini AKP “müstakil bütünlükler” halinde benzeştirmek istiyor.

Kemalizmin 1930’larda formülasyon bulduğu söylenir; tartışılabilir. Ancak bilinen o ki oluşum halindeki “Türk” burjuvazisi ile toprak sahiplerinin Hıristiyan sermayesine karşı ve işçileri ve köylüleri tepeleyerek ittifak etme niyeti en sonunda Kemalizm çıktısını veriyor. Kemalizm -kimilerine göre Yahudilik eliyle yürütülen- bir rekabetin çocuğudur.

Rekabet eylemli mülkiyettir. Mülkiyet ise donmuş rekabet oluyor. Mülkiyetin toplaşması rekabetin sonucu, çözüşmesi ise nedenidir. Her ikisi de özel mülkiyet rejiminden neşet ediyor. Aralarında bir fark bulunmuyor.

AKP’nin iktidarı mülkiyetin hâkimiyetini ifade ediyor.

Eczacı bir arkadaş işe alacağı kalfa adayına “Bu eczanede geleneksel anlamda hiyerarşi yok” demişti. Bu orada çalışan herkesin doğrudan o eczacı arkadaşa bağlı olması demek. Bu hiyerarşi üstü bir hiyerarşinin işareti.

İstanbul’u neden sevdiğini izahen “İstanbul’da hiyerarşi yok” diyen biri bu “sözde” hiyerarşi yokluğunun bedelinin İstanbul denen “ilah”a biat etmek olduğunu görmüyor.

İnsanlar kullukta eşit. Ancak yukarıdaki örnekler bu halleriyle şu İslam hakikatini gizliyorlar: “Üstünlük takvadadır”.

Demek ki eşitlik “insan hakları evrensel beyannamesi”nin yutturmaya çalıştığı gibi “bedava” değil.

AKP, rakipleri yenilmiş Kemalizmdir.

Böyle bir Kemalizmin “farklılıkların eşit birliği” vaazı kendine duyduğu güvenden kaynaklanıyor. Zira yeni Kemalistler eşitliğin önkoşulu olacak olan, eylemli eşitlik olan, eşitliği hak etme mücadelesinin cephaneliği demek olan takvanın bittiğini düşünüyorlar.

Yanılıyorlar.

Bu “kafirler” farklılık faşizmini farksızlık faşizmine yeğleyeceğimizi sanıyorlar.

Cahil Erdoğan hayatında bir tek Müslüm Gürses şarkısı dinlememiş olduğu için ne “Fark Yaraları”nı ne de “Farklı Değilim”i biliyor. Dermanını dertte bulan dervişler misali onun şarkılarında zulmedene karşı mağrur durma imkânını bulan bizlerin [ve bizatihi Müslüm Babanın kendisinin] farklılığımızla kabul edilmek gibi bir derdimiz var sanıyor. Kendi pis ideolojisinin evrenine bizi de katıp haklı görünmek istiyor. Bizim haklılığımızı çalmaya yelteniyor.

Müslüm Baba “ruhsuz dünyanın ruhudur”.

Bu “yeni Müslümanlar” da, bunların liberal kıç yalayıcıları da, bu ikisine sabah akşam küfredip tüm dertleri onlardan zalimliği devralmak olanlar da, bizim ruhumuzu bedenimizin iti, bedenimizi ruhumuzun rüşvetçisi etmeye niyet ediyorlar.

Arabesk düşmanlığı edenler de, “arabesk de bir renktir, farklılıklarımızla yaşamayı öğrenelim” diyenler de “elleri kırılsın” diyenle “elleri kırılacak” diyeni iki ayrı kişi sanıyor. Beddua edeni ruh, sıktığı yumruğu zalimin beynine indireni beden diye belliyorlar. Bütün ideolojik faaliyetleri bu ikisini mutlak surette ayırıp yalıtmaya dayanıyor. Elleri kırılsın diyenin gün gelip o elleri kıracağını hesap edemiyorlar.

Kemalistlerin arabeske dair “tevekkül” eleştirisi yine Kemalistlerin İslamcılara yönelik “takiyye” eleştirisini hatırlatıyor. Bu memleketin sahibi olanlar, politikayı kitlelere yasak edenler, -yanlış ağızlarında- takiyye eleştirisiyle her zamanki kibirlerini sergiliyorlar, o kadar. Tevekkül meselesine gelince; o Allah’ı kendine vekil kılmayı anlatıyor. Allahsızlar, ya da doğrusu kendini -haşa- Allah sananlar Allah’ın vekaletini küçümserken fukaranın kılıç kuşanmak için Allah’ın yere inmesini beklediğini düşünüyorlar. Bu zalimler bilmezler ki Allah göğün olduğu gibi yerin de Allah’ıdır.

İşte böylece ‘eleştirici’ toplumun tüm sevinçlerinden yoksun bırakılmıştır, ama onun acılarını da bilmez. O ne dostluğu ne de sevgiyi tanır; ama buna karşılık, karaçalmanın onun üzerinde hiçbir etkisi yoktur; hiçbir şey onu küçük düşüremez; hiçbir nefret, hiçbir kıskançlık ona dokunamaz; küskünlük ve üzüntü onun için bilinmeyen heyecanlardır.”

Marks’ın, Engels’in de katkısıyla, “Kutsal Aile”de taifesiyle birlikte yerin dibine soktuğu “Eleştirel Eleştirici” Bruno Bauer böyle söylemiş 170 sene evvel. Kitlelere karşı korkuyla karışık bir tiksinti besleyen Cumhuriyetçi takımı ve bu tiksintiyi zahirde açık etmeyen ve kendi varlığını her türlü kitleselliğin üzerinde gören Demokrat zevat da Bauer gibi acıdan azadeliğini sevinçten ârîliğine borçlu. Bütün sinirleri alınmış ve bir bitkisel hayata mahkûm yaşıyor bunlar. Hiçbir heyecanları yok. Ne küfretmeyi, ne ilenmeyi biliyorlar. Sevinmekten İblis Naim Şahin’in anladığı gibi takla atmayı anlıyorlar. Saadeti zilletten uzak olmak zannediyorlar. Devrimcilerin serlerinden geçmelerini ancak ve ancak kanser üzerinden anlamlandırabilmeleri gibi bir “küskün”ün koluna attığı jilet de onlara “metafizik” geliyor. Kendi aklını devletinkiyle, devletin aklını kendininkiyle bir tutan devletçi olsa olsa akılsızlık buluyor o jiletin akıttığı kanda. Devletin içeremediğini devlet adına içermeyi görev bilen sivil toplumcu ise o kan üzerine sıçramasın diye onu “soyutluyor”, önce “köyden kente göç”e indirgiyor onu, sonra da kendi deyişiyle “bu oluşan yeni kimliği” kimlikler kataloğuna hapsediyor. Polis bizi tek tek fişlerken o topyekun fişliyor. O küskünle “kan kardeşi” olmak aklının ucundan bile geçmiyor onun.

Bu sonuncular post modern edebiyatın gelişini kutlarken açıkça 12 Eylül’e şükranlarını sunuyorlar. Söyledikleri “12 Eylül getirdiği yasaklarla sekter sınıfçı edebiyattan kopuşa yol açıp yeni biçim arayışlarını tetikleyerek farkında olmadan edebiyat dünyasına bir iyilik yaptı.” biçiminde özetlenebilecek Yıldız Ecevit gibilerinin gizledikleri hakikat şu: O sekter sınıfçı edebiyatı üretenler zaten sırtlarındaki bu yükten kurtulmak için bir 12 Eylül umuduyla yanıp tutuşuyorlardı.

12 Eylül’le “güneşi gören” küçük burjuvazi kendi zihninde arabeski “kent kültüründe melez bir renk” diye rehabilite edip Kürtleri, eşcinseller ve feministlerle yan yana getirirken egemen kültürün hiyerarşik yapısına itiraz ettiği yalanını söylüyor. Gerçekte ise devletin dikey hiyerarşisine karşı şirketlerin yatay hiyerarşisi örgütleniyor. Antipolitik devlet ile apolitik sivil-toplum elele vererek hayatın ve mücadelenin kanlı canlı hiyerarşisinden kaçmak isteyenlerin yuvasını kuruyorlar. 

İşçi olmak istemeyenleri, ana-bacı-yâr olmayı zul addedenleri, Kürt olmaktan usananları, Aleviliği arkaik hümanizm bilenleri, Müslümanlığı “körlerin fili anladığı gibi” anlatanları, sosyalistliği “gerçek demokratlık” kılığına sokmaya uğraşanları farklılığın sıcak kucağına çağırıyorlar. Kendi “soyut tepelerinden” baktıklarında biz onlara “farksız” görünmeye devam ediyoruz hâlbuki.

Müslüm Baba bir şarkısında “Karanlık çökünce sokağınıza/ Köşede ben varım; unutamazsın” diyordu. O şarkıda sevdiğinin yolunda nöbete duran, onun “unutma ihtimaline” isyan eden bir delikanlı konuşuyordu. Bizim işimiz de devletiyle/küçük-büyük burjuvazisiyle haklılığımızı bizden çalıp bize geri satmaya çalışanlara, bizi “melez bir renk” olduğumuza inandırmak isteyenlere karanlık köşelerdeki "kara" varlığımızı unutturmamak olmalı.  Unutmasınlar. Unutmasınlar ki bir jiletin her iki yanı da keskindir.
 
                                                                                                                                                                                      M. Ocakçı

Stalinizm*



(Çeviren Garbis Altınoğlu)

Stalinizm üzerine huzurunuzda bir konuşma yapmam için beni davet etmiş bulunan Sarat Akademisi’ne minnettarım. 

Ancak, Stalin’in büyük bir hayranı olmam ve “Stalinizm” sözcüğünün, daha sonra kendisine yapılacak siyasal saldırılara hazırlık çerçevesinde Stalin’in örtülü düşmanları -özellikle Nikita Kruşçev- tarafından çıkarılmış olması nedeniyle konu seçiminiz beni belli bir güçlükle karşı karşıya bırakıyor.

Aslında bugün “Stalinizm”, insanların kabul etmedikleri siyasal düşünceleri ifade etmek için kullandıkları anlamsız bir aşağılama terimi haline gelmiştir. Muhafazakar basın bazen Tony Blair’i bile “Stalinist” olarak tanımlamakta ve sağ olmuş olması halinde Stalin’e, bir iftira davası açmak için sağlam gerekçeler  sunmaktadır!

Stalin her zaman kendisini alçakgönüllü bir biçimde “Lenin’in bir öğrencisi” olarak anmıştı. Ben de onun örneğini izleyecek ve “Stalinizm” terimini “Marksizm-Leninizm” olarak yorumlayacağım.

Britanya tarihinde Stalin’e en yakın kişilik belki de, herkesin okul tarih kitaplarından ve Şekspir’den, küçük prensleri Kule’de öldürmüş olduğunu “öğrendiği” -“öğrendiği” sözcüğünü tırnak işareti içine koyuyorum- zalim ve fiziksel bakımdan sakat bir canavar olan Üçüncü Richard’dır. 

Richard’ın herkesçe kabul edilen bu portresinin, tahtı kendisinden gasbeden ve onu öldüren Tudor hanedanından ardılları tarafından çizildiğini ciddi tarihçiler ancak son zamanlarda kavramaya başlamışlardır. 

Onlar doğal olarak daha sonra tarih kayıtlarını, kendilerinin tahtı gasbetmelerini meşrulaştıracak tarzda yeniden yazmaya giriştiler ve hatta Richard’ın portrelerini onu fiziksel bakımdan sakat olarak ve hem fiziksel hem de moral açıdan bir canavar olarak gösterecek biçimde değiştirdiler. Bir başka deyişle, Richard’ın bugün genel kabul gören portresi tarihsel gerçeğin değil, onun siyasal muhaliflerinin propagandasının ürünüdür.

Dolayısıyla, şu soruyu sorma hakkına sahibiz: Sözümona “Kremlinolojistler”in bize sunduğu Stalin portresi acaba tarihsel gerçekliğin kendisi midir yoksa bayağı bir propaganda mı?

Lenin ve Stalin’in önderliği altında inşa edilen Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği bugün artık yok. Peki, birçok insanın söylediği gibi, bunun böyle olması, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin başarısızlığa uğradığı anlamına mı gelmektedir?

Burada sadece bir istatistik dizisi sunmak istiyorum. Stalin, Ocak 1939’da Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 17. Kongresi’ne sunduğu raporda Batılı kaynaklara dayanarak değişik ülkelerin sınai üretiminin 1913 yılına kıyasla ne kadar büyüdüğüne ilişkin rakamlar verdi. Bu rakamlar şöyleydi:

Almanya: % -24.6
Britanya: % -14.8
ABD: % +10.2
SSCB: % +291.9

Gerçekten de, Stalin’in önderliği altında kurulan merkezi planlı ekonomi koşullarında Rusya’nın birkaç on yıl içinde, geri bir tarım ülkesinden, 1941-45 döneminde Batı Avrupa’nın tümünün kaynaklarından yararlanabilen Almanya’nın saldırısını yenilgiye uğratabilecek güçte ileri bir sanayi ülkesi haline gelmesini sağlayan bir dönüşüm geçirdiği tartışma götürmez bir olgudur.

Stalin’den bir “diktatör” diye söz edilmesi çok yaygındır.

Katı bir Sovyet karşıtı olan Eugene Lyons adlı bir Amerikan yazarı bir kezinde Stalin’e doğrudan şu soruyu yöneltmişti: “Siz bir diktatör müsünüz?” Lyons sözlerini şöyle sürdürüyor:

"Stalin, sorunun budalaca olduğunu ima edercesine gülümsedi."

"O yavaşça ‘Hayır’, dedi. ‘Ben diktatör falan değilim. Bu sözcüğü kullananlar Sovyet hükümet sistemini ve Komünist Partisinin metodlarını anlamıyorlar. Hiç bir birey ya da birey grubu görüşlerini dikte edemez. Kararları Parti alır."

Britanyalı Fabyan iktisatçıları Sidney ve Beatrice Webb, Sovyet Komünizmi: Yeni Bir Uygarlık mı? adlı kapsamlı kitaplarında Stalin’in bir diktatör olduğu düşüncesini kesin bir biçimde reddetmişlerdir. Onlar şöyle diyorlardı:

"Stalin… Amerikan Anayasasının dört yıl boyuna birbiri ardısıra gelen başkanlara tanıdığı kadar geniş bir yetkilere sahip değildir…

SSCB’ndeki Komünist Partisi kendi örgütsel yönelimini saptamıştır.

Bu sistemde bireysel diktatörlüğe yer yoktur. Kişisel kararlara güven duyulmaz ve büyük bir ihtiyatla yaklaşılır."

Lenin ve Stalin döneminde Sovyet rejiminin resmi tanımının “proleter diktatörlüğü” olduğu doğrudur. Ancak bu, kişisel diktatörlük anlamına gelmemektedir. Bu sadece, iktidarın emekçi halkın elinde bulunduğu, siyasal iktidarı emekçi halkın elinden almayı amaçlayan siyasal faaliyetin yasadışı olduğu anlamına gelmektedir.

Tabii bu sonuncusu (bu tür siyasal faaliyetin yasadışı sayılması- G.A.), Londra ve Washington’daki resmi çevreler tarafından “anti-demokratik” olarak nitelenmekte ve “insan haklarının ağır bir biçimde çiğnenmesi” olarak algılanmaktadır.

Fakat, “demokrasi” sözcüğü “sıradan halkın yönetimi” anlamına gelir ve bu anlamda Stalin dönemi Sovyetler Birliği, herhangi bir Batılı ülkeden binlerce kez daha demokratikti.

“İnsan hakları”na gelince, 1966 tarihli BM İnsan Hakları Konvansiyonu, devletlerin yurttaşlarına “çalışma hakkı”nı güvence altına almaları gerektiğini buyurmaktadır.

Ancak, bu hakkın yaşama geçirilebilmesi, işsizliğin (Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nde olmuş olduğu gibi) kaldırılabilmesi, sadece sosyalist bir ülkede olanaklıdır. Kapitalist bir toplum, yükseliş dönemlerinde hemen devreye sokulabilecek işgücünü sağlayabilmek için Marks’ın “yedek işçi ordusu” dediği şeye gereksinim duyuyor.

Dolayısıyla, sosyalist bir ülkenin, kapitalizmin restorasyonunu amaçlayan siyasal faaliyeti yasaklaması, BM İnsan Hakları Konvansiyonu’yla tamamen bağdaşır.

İşin aslına bakılırsa, insan haklarına ilişkin gevezelik çoğu zaman sosyalizmi hedef alan bir propagandadan başka bir şey değildir. Yatırım özgürlüğüne izin verdiği sürece, Lombard Street ya da Wall Street açısından, turizm sektörü için sokakları temiz tutmak amacıyla her gece evsiz çocukları öldüren ölüm mangalarını sokağa salan çürümüş bir Orta Amerika “muz cumhuriyeti” bir “özgür ülke” sayılmaktadır.

Sovyet hainleri 1956’da sosyalizme karşı saldırılarını, Komünist Partisinin Şubat 1956’da toplanan 20. Kongresi’nde Stalin’e, kendi çevresinde bir “kişiye tapınma” örgütleme suçlamasını getirmek suretiyle başlattılar.

Stalin döneminde, Sovyetler Birliği’nde Stalin’in kişiliğine tapınma olduğu doğrudur. Fakat bu kişiye tapınma, Stalin tarafından değil, onun isteklerine rağmen örgütlenmişti. Aslında Stalin bu tapınmaya karşı çıkmış ve onunla alay etmişti.

Örneğin, Şubat 1938’de birisi çıkıp da Stalin’in Çocukluğuna İlişkin Öyküler başlıklı bir kitap yayımlamak istediğinde, Stalin tipik bir tarzda şunları yazacaktı:

"Ben, Stalin’in Çocukluğuna İlişkin Öyküler’in yayımlanmasına kesinlikle karşıyım."

"Bu kitap bir yığın belirsizliklerle, abartmalarla ve hak edilmemiş övgülerle dolu…"

"Ama…. asıl önemlisi onun, Sovyet çocuklarının (ve genelde halkının) zihinlerine liderlere tapınma ve yanılmaz kahramanlar eğilimini kazıması eğiliminde yatıyor. Bu, tehlikeli ve zararlıdır… Ben bu kitabın yakılmasını öneriyorum."

Stalin’in çevresinde gerçekten de bir “kişiye tapınma” oluşturulmuştu. Mart 1939’da Parti’nin 18. Kongresinde önde gelen bir komünist şöyle haykırmıştı:

" Ukrayna halkı yürekleri ve ruhlarıyla şunu duyururlar: ‘Yaşasın gözbebeğimiz Stalin!’ "

" ‘Yaşasın insanlığın yüce dehası… gözbebeğimiz Stalin yoldaş!’ "

Bu konuşmacı Nikita Kruşçev’di!

“Stalinizm” terimini uyduran ve Stalin’i Almanca’daki Lider anlamına gelen “Führer” sözcüğünün Rusça karşılığı olan “Vozhd” sözcüğüyle anmaya başlayan da Kruşçev’di.

Bir başka deyişle, Stalin’in çevresinde oluşturulan “kişiye tapınma” Stalin ve onu içtenlikle destekleyenler tarafından inşa edilmemişti; bu, daha sonra O’nu megalomanyak bir diktatör olarak nitelendirecek olan siyasal düşmanlarının saldırısının önsözünden başka bir şey değildi.

Stalin, bu sözde “sadakat” ve “yurtseverlik” belirtilerini engelleme olanağına sahip olmamakla birlikte hiç de aptal değildi ve 1937’de Alman yazar Lion Feuchtwanger’e söylediği gibi bu kişilerin amaçlarının kendisini daha ileriki bir tarihte “kötülemek” olduğunun farkındaydı.   

Stalin’in çevresinde bu yolla oluşturulan kişiye tapınma O’nun isteklerine aykırıydı; bu tapınmanın sürmesi olgusu Stalin’in, yaşamının son bir kaç yılında -diktatoryal bir iktidara sahip olmak bir yana- Sovyet liderliği içinde azınlıkta olduğunu gösterir.
 
Bu durum;

1927’den sonra Stalin’in Komünist Enternasyonal’da aktif bir rol oynamaması,

henüz yayımlanması tamamlanmamış olmasına rağmen Stalin’in yapıtlarının ölümünden dört yıl önce, yani 1949’da durdurulması,

yerleşik uygulamaya aykırı bir biçimde -Partinin Genel Sekreteri konumunda bulunmasına ve sağlığının iyi olmasına rağmen- Stalin’in 1952’deki 19. Parti Kongresine sunulan raporu okumaması gibi bir dizi tuhaf olguyu da açıklamaktadır.

İzninizle, sözümona “sosyalizmin başarısızlığı” konusuna dönmek istiyorum.

Britanya, Fransa, Polonya ve Japonya’nın silahlı kuvvetleri, sosyalizmin inşasına engel olmak için 1918’de yeni devlete saldırdılar. Ancak, başlangıçta yeni Sovyet devletinin örgütlü bir ordusu ya da deneyimli askeri yöneticileri olmamasına rağmen beş yıllık Müdahale Savaşı Sovyetlerin zaferiyle sonuçlandı.

Sosyalizmin düşmanları bu yenilgilerinden önemli bir ders çıkardılar; onlar sosyalizmin cepheden yapılacak doğrudan bir saldırıyla yıkılmasının son derece zayıf bir olasılık olduğu, onun ancak içerden, Komünist Partisi içinde önemli mevkilere gelmek için sıkı bir biçimde çalışan ve daha sonra sosyalizmi “modernleştirme” adına nüfuzlarını Partiyi, sosyalizmi zayıf düşürecek ve yavaş yavaş emekçi halkın desteğini yitirecek bir siyasal çizgiye çekmek için kullanan sosyalist kılıklı ajanları aracılığıyla yıkılabileceği sonucuna vardılar.

Bu Marksistlerin revizyonizm olarak adlandırdığı bir programdır; çünkü revizyonizm, bir yandan Marksizmi büyük ölçüde zararlı bir doğrultuda değiştirirken onu modernleştirmekten başka bir şey yapmadığını ileri sürer.

Stalin’in 1953’de ölümünden kısa bir süre sonra Kruşçev Sovyet Komünist Partisi’nin başına geçti. Ama o, Stalin’e açıkça saldıracak güveni kendinde ancak 1956’da, yani üç yıl sonra bulabildi ve o bu saldırıyı da Sovyetler Birliği’nde onyıllar boyunca asla yayımlanamayan gizli bir konuşma biçiminde gerçekleştirdi.

Stalin’e yönelik saldırı, Stalin’in ortaya koyduğu sosyalizmi inşa programına saldırının ve bu programın değiştirilmesinin zorunlu bir önsözüydü.
 
Stalin’e karşı sık sık yöneltilen suçlamalardan biri, O’nun Parti Genel Sekreterliği döneminde çok sayıda suçsuz insanın hatalı bir biçimde karşı-devrimci suçlar işledikleri gerekçesiyle hapse atılmış olmalarıdır. Diğer suçlamaların çoğundan farklı olarak, bu suçlama doğrudur. 1934-1938 yılları arasında -güvenlik polisini yöneten- İçişleri Halk Komiserliği makamında sırayla Genrikh Yagoda ve Nikolai Yezhov bulunuyordu. 1938’de yapılan kamuya açık duruşmada Yagoda, kompocu kafadarlarının tutuklanmalarını önlemek, sadık komünistleri hatalı suçlamalarla tutuklamak suretiyle komploya destek vermek için kendi yetkilerini nasıl kullandığını mahkemeye anlattı.

Bazı şeylerin son derece yanlış bir tarzda yürütüldüğünden kuşkulanan ve başında Aleksandr Poskrebişev’in bulunduğu kişisel sekretaryasının güvenlik polisi örgütünde neler olup bittiğini soruşturmasını sağlayan Stalin’in kendisiydi.

Bu soruşturmaların sonucunda Yagoda ile Yezhov görevlerinden alınıp tutuklandılar; bütün siyasal suçlamalar yeniden soruşturuldu ve binlerce adli hata düzeltildi.

Stalin’i kitlesel kıyım yapmakla suçlayan kitaplıklar dolusu kitabın yayımlanmasının baş nedeni işte bu sorundu.
 
Robert Conquest’ın The Great Terror (Büyük Terör) gibi kitaplarının her yeni basısında Stalin’in tahmini “kurbanları”nın sayısına milyonlar eklenerek gülünç rakamlara ulaşıldı. Karşı-devrimin tamamlanmasından sonra Boris Yeltsin Sovyet mahpuslarına ilişkin resmi rakamları yayımladığında ve bunların sayısının ABD’ndeki mahpusların sayısından daha az olduğu ortaya çıktığında dünya medyası tuhaf bir sessizliğe büründü.

Sosyalizmi fiilen yıkma onursuzluğu ise, 1964’te Kruşçev’in yerine Parti Genel Sekreterliği makamına geçen Brejnev’e düştü. “Merkezsizleştirme” görüntüsü altında gerçekleştirilen Brejnev’in “ekonomik reformları” uyarınca, sosyalizmin temellerinden biri olan merkezi planlamanın yerine kapitalizmin temellerinden biri olan üretimin kar motifi aracılığıyla düzenlenmesini geçirme doğrultusunda bir dizi adım atıldı.

O andan itibaren her şey başaşağı gitmeye başladı.

1991’de hemen hemen herhangi bir muhalefet olmaksızın Sovyetler Birliği’yle birlikte feshedilen, sosyalizm değil, kapitalizmin özellikle kokuşmuş, demokratik-olmayan ve faşizme yakın bir biçimiydi.

Bir zamanlar birleşik bir devlet olan Sovyetler Birliği bugün, Kruşçev, Brejnev ve Gorbaçov gibi sahte komünistler sayesinde, iflas etmiş olmalarına rağmen birbirleriyle çoğu zaman savaş halinde bulunan rakip prensliklere bölünmüştür.

Ama bazıları, eski Sovyetler Birliği halklarının artık “özgür” olduğunu söylüyorlar. Onlar,

işsiz kalma; eğer iş bulacak kadar talihliyseler, işverenlerinin bankaları iflas ettiği için aylarca ücretsiz yaşama özgürlüğüne,

mafya milyonerleri iseler Rolls-Royce marka araba alma özgürlüğüne,

kirlenmiş su içmekte özgürlüğüne,

herhangi bir köşe başında bir kaç peni karşılığı para için soyulma özgürlüğüne sahipler.

Bugün Rus haber filmlerinde göstericilerin Stalin portreleri taşımaları kimseyi şaşırtmamalı! Göstericiler için Stalin resimleri, geçici olarak yoksun bırakıldıkları sosyalizmi simgemektedir.

Eğer insanlar -bazen yaptıkları gibi- beni “Stalinist” olarak nitelerlerse, ben, hak etmemiş olmakla birlikte bunu bir kompliman sayarım.

Başta yeni-sömürge ülkeler olmak üzere tüm dünyada her yıl on milyonlarca erkek, kadın ve çocuğun yaşadığı yoksulluğun nedeni olan kapitalist ve emperyalist sistemi yıkmak için bütün yaşamı boyunca, savaşım vermiş büyük bir ilerici kişilik olan Stalin’in anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

Dünyanın en büyük davası olan insanlığın kurtuluşu için bütün yaşamı boyunca savaşım vermiş olan Stalin’in anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

                                                                                                                                                           Bill Bland, 30 Nisan 1999

Londra’daki Sanat Akademisinde yapılan konuşma