6. Filo Günlerine Dönüş

Zalimlere, emperyalistlere tavır alması gereken; bölgesel ve küresel siyasetleri çözümleyecek kavrayış ve vicdana sahip olması gereken İslamcı çevreler bugün tarihlerine büyük bir kara lekenin daha çalınmasına izin veriyorlar.

İnsanlığa, yeryüzüne adil bir dünyanın, kurtuluşun kapılarını göstermesi gereken İslamcılık, pratiğindeki affedilmez hataların hem kurbanı oluyor hem de ilişkili olduğu söylemi fiili anlamda umut olmaktan çıkarıyor, zan altında bırakıyor.

Anadolu’nun NATO güçleri tarafından baştanbaşa işgal edildiği bir dönemde cılız tepkiler dışında İslami camiadan ses çıkmaması kahredici bir durum değil midir?

Malatya’daki NATO radarından sonra İzmir’deki kara karargâhı ile derinleşen, en nihayetinde patriotlarla zirveye çıkan işgal süreci karşısındaki sessizlik İslamcı çevrelerin kendilerini tümüyle iptal etme süreci olarak tarihi bir kayıt olacaktır.

1400 yılık iktidar geleneğine verilen Kemalist arada bağımsız tevhidi kimliğe dönüş çabaları yetersiz kalmış olmalı ki, İslamilik iddiası kendinden menkul bir iktidarla birlikte hemencecik devletleşen yeni İslamcılık hızla 6. Filo günlerine dönüyor.

Libya’ya dönük müdahalede insani yardım hususunda NATO’nun araçsallaştırılabileceğini salık veren İslamcı kalemler maalesef bugün hızlarını alamayıp “Üç-beş patriottan ne çıkar?” noktasına gelebilmişlerdir.

Birkaç şehirde ABD ve NATO varlığına, üslerine ve patriotlara karşı Müslümanlar eylemler yaptılar, seslerini yükselttiler ancak ana gövde iktidarla kurduğu yakın düşünsel ve siyasal münasebet nedeniyle bu tavırdan uzak durmayı tercih etti.

Emperyalist işgale iktidar tutkusuyla ses çıkarmamak 6. Filo günlerine dönüşten başka bir şey değildir. Bazı sol grupların patriot çıkarmasına karşı gerçekleştirdiği eylemlilikler böyle can acıtan bir benzetmeyi maalesef bize dayatıyor.

Abdülhamit İslamcılığının pragmatizmine kurban verilen İslami söylemin devletleşmenin büyüsüne erkenden kapılması bundan böyle işimizi daha da zorlaştıracaktır.

Ümmetin, Ortadoğu halklarının geleceğini kuşatan operasyonlara “Büyük Türkiye” hayaline kapılarak göz yummak onlarca yılın birikimini iktidara havale edip kendini, emeğini inkâr etmekten başka bir anlama gelmiyor.

Mevcut tablonun gösterdikleri karşısında kelimeler kifayetsiz kalıyor. Sütçü İmam figürü artık, mitolojik anlatıdan öte bir anlam taşımıyor.

Yerden yere vurulan M. Şevket Eygi’lerin yerine geçildiğinden kimsenin haberi yok!

6. Filo, bu derin sessizlikte hayat sularımızı yararak coğrafyamızın içine doğru ilerliyor.

Kendi geleceğimizi düşmana teslim ediyor, evi boşaltıyoruz.

                                                                                                                                                                             Ahmet Örs

 

Çakıl Taşı

Suriye üzerinden kahramanlık pozlarına bürünen ve zahiren her tarafından cephe, cihad ve mücadele dökülen birilerine baktığınızda, sanki onların zulme, tağuta ve siyoniste karşı savaşın yılmaz erleri olduğunu sanırsınız.

Dillerinde, yazılarında cihaddan, silahtan ve mücahidden o kadar çok kelimeye rastlarsınız ki, bunların cephelerden hiç ayrılmadıklarını ve siperlerden hiç çıkmadıklarını, daha doğrusu cephelerde doğup cephelerde büyüdüklerini düşünürsünüz.

Tüm ömürleri tağut, müstekbir ve siyoniste karşı mücadele ile geçen, İslam’ın ve Müslümanların savunulması için bedenlerini düşmanların süngülerine siper edinen yiğitlere saldırıp onların hürmet ve saygınlıklarına pervasızca ve alçakça dil uzatanlar, her nedense bulundukları ülkelerde zalimlerden bir jop bile yemeyenler değiller mi?

Başka bölgelerdeki çatışmalara liderlik etmekte ileri düşenler, kendi beldelerindeki savaşlardan kaçanlar değiller mi?

İslam yolunda başkalarına mücahid olmayı öğretenler, kendi bölgelerindeki tağutun karşısında köşeyi dönüp sıvışanlar değiller mi?

Başkalarına “bir çakıl taşı attıları mı?” diye soranlara biz soralım; siz ömrünüz boyunca nerede, kime bir çakıl taşı attınız? Hangi zalimin, hangi tağut ve diktatörün, hangi emperyalist ve siyonistin karşısında silah tuttunuz? Silah tutmak bir kenara, elinize bir taş aldınız mı?

Peki sizler, Müslümanlar inançları uğruna işkence tezgahlarında canhıraş içinde feryad ederken, bu tağut işkencecilerin üzerine yüreklice yürüyenlerden miydiniz, yoksa size erişmesinler diye ta uzaklara gidenlerden miydiniz?

Acaba sizler kanayan bir parmağınızı, kırılan bir tırnağınızı gösterebilir misiniz?

Halbuki sizler tarihin seyrini değiştiren inkılab erlerine de, siyonist düşmanı tarihin en büyük yenilgilerine uğratan, işgal altındaki İslam topraklarının, hususen Kudüs ve Aksa’nın özgürlüğü uğruna adanmış direniş yiğitlerine de dil uzatmakta, çamur atmakta ne kadar da mahirsiniz?

Rabbimiz razı olduğu müminleri vasf ederken, “müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise şiddetli ve zorlu” olarak tarif eder.

Hadi herkes göstersin kendini, göstersin yapıp ettiğini; bakalım kim ne kadar kafirlere karşı şiddetli ve zorlu! Kimin elleri kafirlerin başını eziyor; kimin elleri tağutların bellerini kırıyor? Kimin elleri onların dünyasını karartıyor?

Sizin elleriniz nerede, kafirlere uzanmak nerede?

Fasid ellerinizin nereye, kimlere uzandığını gördükten sonra, bir de kalkıp cihadın, mücahidin yanında durduğunuzu iddia etmeniz, sadece gülünç bir mizansenden başka bir şey değildir.

İyi güzel oynuyorsunuz, devam edin.

Birtakım yüzlerin kararıp başların öne eğileceği o güne kadar oynamaya devam edin…

                                                                                                                                                                 Nureddin Şirin

Endonezya'da Bir Müslüman Komünist


 
2008’de Endonezya’da bir başsavcı Nur Hikme tarafından yazılmış “H.M. Misbah: Kızıl Hacı’nın Hikayesi” adlı bir kitabı yasakladı. Bununla da kalmayan başsavcı Endonezya’daki birçok kitabevini kitabın satılmamasını garantilemek için sürekli taciz etti. Bazı yayın organlarında da belirtildiği gibi kitabın yasaklanmasının iki ana nedeni vardı. Öncelikle kitap güya devletin 1966’da yasak ettiği komünist ideolojinin öğretilerini içeriyordu. İkinci neden ise kitabın kapağında EKP (Endonezya Komünist Partisi)’nin sembolü olan orak-çekiç’in bulunmasıydı.

Bu yasak Endonezya’da unutulmaya yüz tutmuş bir tarihsel kişiliğin, Hacı Misbah’ın, yeniden halkın gündemine girmesine vesile oldu. Birçok tarihçi basına Hacı Misbah’ın tarihteki rolüne dair demeçler verdi. Ne yazık ki Misbah hakkında çok fazla bilgi mevcut değildi. Nur Hikme’nin kitabı bile bu konuda oldukça zayıftı.

O dönem Tempo dergisi Hacı Misbah’ı kapağına taşımıştı. Ancak Endonezya’da İslam’ı ve komünizmi sentezleyen Misbah’a dair içerik cılızdı. Tempo Joseph Sneevliet, Mas Marco ve Misbah’ı kıyaslayan bir makale yayınlamakla yetinmişti. Bu yazı bu gedikten yola çıkarak Endonezya’da 20. yüzyılın ilk yıllarını Hacı Misbah’ın yahut nam-ı diğer Kızıl Hacı’nın hayat hikayesi üzerinden izah etmeyi hedefliyor.

Hacı Misbah’ın önemi basit ama güçlü bir nedenden ileri geliyor: Misbah komünizm ile İslam arasında bir ilişki bina etmeyi deneyen ilk kişi oluyor. Enonezya tarihinde birbiri ile ihtilaf halinde olan üç ideolojiyi; din, milliyetçilik ve komünizmi, uzlaştırma çabasını ilk olarak sergileyen kişi Sukarno olarak biliniyor. Gerçekte Misbah Sukarno’yu önceliyor.

Federspiel (2006) Misbah’tan 20. yüzyılın önde gelen Müslüman entelektüellerinden biri olarak sözediyor. Misbah Müslümanlar için sosyalizmin öğütlediklerinin hayati olduğunu düşünüyor ve sömürgeci gücün karşısına doğrudan çıkan komünistlerin safında yer alıyor. Misbah komünistlerin savunduğu toplumsal adalet ve eşitlikçilik gibi kavramların İslam öğretilerinin de merkezinde olduğuna inanıyor. Daha güncel bir ışık altında konuya eğilen Assyaukanie (2009) Misbah’ın bakış açısını şu biçimde belirliyor: Allah Müslümanların birbirlerine karşı müşfik olmalarını emrediyor; dinlerinin zorunluluklarından olarak Müslümanların toplumdaki mustazaflarla omuz birliği içinde olmaları gerekiyor.

Tarihsel öneminin yanında Misbah’ı çevreleyen bir ihtilaf halkası da bulunuyor. Ünlü bir tarihçi; Anhar Gonggong Misbah’ı döneminin İslami hareketine sızmış bir komünist olmakla itham ediyor. Gonggong’a göre Misbah İslam’ı komünizm propagandası yapmak üzere istismar ediyor.

Hakkındaki münakaşalar şu gerçeği gölgelemiyor: Misbah hayatını davasına adayan biri. Sömürgeci kapitalist düzene ve Surakarta’da halka zulmeden Pakubuwono X’e isyan ediyor. Köylüleri ayaklanmaya çağırıyor. Sürgünde öldükten sonra davası yoldaşı Tjipto tarfından sürdürülüyor.

Hayatı

Günümüzün siyasal islamcıları arasında adından neredeyse hiç sözedilmeyen Misbah onlara komünizmi seçmiş biri olarak görünüyor. En yakın yoldaşı Tjipto Mangoenkoesoemo Hollandaca konuşan, okuyan ve yazan ve hatta dostları arasında Hollandalılar bulunan ünlü bir Pergerakan (ulusal bağımsızlık hareketi) üyesi, batılı bir eğitimden geçmiş elit bir entelektüelken Misbah ulusal hareket içinde bilinmeyen, islami eğitim almış, Hollandaca değil, Arapça bilen ve bir tane bile Hollandalı dostu olmayan bir mübelliğ (tebliğci) idi. Düşüncelerini kendi çıkardığı gazateler olan İslam Bergerak ve Medan Muslimin’de dillendiriyordu.

Misbah 1876’da Kauman, Surakarta’da dünyaya geldi. Ona Ahmet ismi verilmişti ancak evlendikten sonra ismini Darmoprono olarak değiştirdi. Hac ibadetini yerine getirmesinin ardından bir kez daha ismini değiştirecek ve ondan sonra Hacı Muhammed Misbah olarak anılacaktı. Sonraki yıllarda Surakarta’da, 1910’ların ortalarında, bir grup genç islamcının (kaum muda) liderlerinden biri oldu. Zengin bir batik tüccarı ailenin evladı olan Misbah babasının bir din görevlisi olması sebebiyle Kasunanan’ın dindar bir muhitinde yetişti. Din eğitimi almak üzere bir islami okula yazıldı. Bu okulun yanısıra yerel halkın gittiği “Ongko Loro” olarak adlandırılan okullardan birine de devam etti.

Misbah babasının yolundan giderek Kauman’da batik tüccarlığına başladı. İşleri yolunda gidiyor ve yeni yeni dükkanlar açıyordu. Bununla beraber Misbah halkçı ve eşitlikçi biri olarak biliniyor ve herkesin imrendiği ateşli bir hitabet yeteneğine sahip bulunuyordu. Bu özellikleri halkın övgüsüne mazhar oluyordu. Bir hacı ve dini bir lider olmasına karşın dış görünüşüyle sıradan bir Javalıdan asla ayırt edilemiyordu.

1914 yılında Marco Kartodikromo ile birlikte IJB (Endonezya Gazeteciler Birliği)’ne girerek siyasi alana çıkmış oldu. 1915’te Medan Muslimin adında bir gazete çıkarmaya başladı. İslam Bergerak gazetesi ise 1917’de yayınlanmaya başladı. Her ikisi de Surakarta’nın çok okunan gazetelerinden oldular.

Misbah insanları muhtelif şekillerde örgütlüyordu. Kah bir greve kah sömürgecilik ve kapitalizm üzerine görüşlerini serdetmenin bir yolu olarak kullandığı bir mitinge öncülük ediyordu. Kapitalizmin destekçilerine, bunlar Müslüman örgütlerden olsalar da, saldırıyordu. Surakarta’nın tiranı Pakubuwono X de Hollandalı kapitalistlere verdiği destekten ötürü bu saldırılardan nasibini alıyordu.

1919’un 7 Mayıs’ında tutuklanıp ardından 22 Ekim’de serbest bırakılması yerlilerin örgütü Sarekat İslam’ın bir zaferi olarak algılandı. Mayıs 1919’da Misbah ve Sarekat’ın başka bazı liderleri çiftçilerin grevine öncülük etmek suçuyla tutuklanmışlardı.

Misbah “ne cezalandırılmaktan ne sürülmekten ne de asılmaktan korkmayın” diyordu kitlelere. Muhammed’in İslam’ı tebliğ ederken katlandığı zorluklardan örnekler veriyordu. Sürgündeyken, hayranlık duyduğu Karl Marks’ın fukaranın destekçisi olmak ve kapitalizmi telin etmek için verilecek mücadelede ne kadar önemli olduğundan da sözettiği bir makale yazdı. Makale temel olarak İslam ve komünizm hakkındaydı ve dinin kapitalizm tarafından yozlaştırıldığını, kapitalizme tarihsel materyalizm ile karşı çıkılması gerektiğini belirtiyordu.

Misbah ezilenlerin yanında saf tutmayan islami kurumlardan hoşnut değildi. Ancak kapitalizmle giriştiği mücadele onun İslamın öğretilerini yüksekte tutmasına mani olmuyordu. Ona göre kapitalizm ve destekçileriyle mücadele Şeytan’la mücadeleydi. CSI (Merkezi İslam Birliği) bölündüğünde kızıl SI (Sarekat Islam-İslam Birliği)’ne girdi. Sonra Surakarta’da Endonezya Komünistler Birliği’ni (PKI) kuracaktı.

Mayıs 1920’de Misbah tekrar tutuklandı ve Pekalongan’da iki yıl tutsak olarak kaldı. 22 Ağustos 1922’de Kauman’daki evine dönebildi. Mart 1923’te Kızıl SI’da bir komünist propagandist olarak boy gösterdi. Komünizm ile İslamın uyumu hakkında konuşmalar yapmaya başladı. Aynı hedefe yönelmiş olan İslam ve komünizmin bu yolda el ele verebileceklerini söylüyordu.

1924’de tekrar tutuklanan Misbah Surakarta’daki terör eylemlerinin beyni olmakla suçlanarak sömürge hükümeti tarafından aceleyle Manokvari’ye sürüldü. Sürgünde makalelerini yazmaya ve onları yayınlamaları üzere yoldaşlarına yollamaya devam etti. Manokwari’de, sürgünde öldü.

Bağlam ve Önem

20. yüzyılın başlarında Surakarta saray ile sömürge hükümetinin çatışmalarına sahne oluyordu. Bu iki güç bölgedeki siyasi düzenin ve toplumsal yapının inşasında temel belirleyicilerdi. O dönemde batik sanayi bölgenin belirgin bir iktisadi gücü olarak ortaya çıkmaya başlamıştı, yüzyılın ilk on yıllarında sözkonusu sanayi büyümesini sürdürecek ve ulusal pazarda baskın bir konuma erişecekti.

Bu dönem aynı zamanda Surakarta’nın gelişmesinde yeni bir aşamayı da içeriyordu. Hollandalıların “modern dönem” olarak adlandırdıkları evre eğitimin de geliştiği yıllardı. Bu eğitim modernizme götüren yolun temel gereklerinden sayılıyordu. Surakarta’da birçok kişinin temel eğitim almasını sağlayan yeni okullar açılmıştı.

Yeni nesil eğitimli kişiler geleneksel köklere sahip olmakla beraber toplumsal bir devingenlik içindeydiler. Bu devingenlik sonraki zamanlarda bir öncü örgüt olan Sarekat Islam’ın kurulmasını getirecekti. Örgütün temelini batik girişimcileri oluşturuyordu ve örgüt başlarda, batik atölyelerinin bahçesine kurumaları için bırakılan batik kumaşlarını çalmayı adet edinerek tüccarların iş gördüğü alanı güvenli olmayan bir hale getiren “haydutlar”a karşı korunmak üzere işbirliği yapmak amacını güdüyordu. Örgütün kurucu liderleri kendileri de Hollanda idaresinin “ürün”leri sayılabilecek Tjokroaminoto, H. Samanhudi ve Mas Marco Kartodikromo’ydu.

Sarekat Surakarta’da ve başka şehirlerde giderek hükümete yönelik bir tehdit unsuru olmaya başlamıştı. Gazete makaleleri, protesto gösterileri yoluyla SI ve destekçileri eşit haklar için mücadele ediyorlardı. Takashi Shiraishi (1990)’nin belirttiğine göre SI aynı zamanda Çinli ticaret örgütleriyle de rekabet halindeydi.

Sözkonusu yıllar hızlı bir toplumsal değişime sahne oluyordu. Birinci Dünya Savaşının bitiminde ulusal hareket şiddetli bir değişim geçirdi. Yeni liderler ortaya çıkmaya ve hareket bölünmeye başlamıştı. 1918’in sonlarında SI hareketin öncülerinden olarak sendikalarla birleşmişti.

Ulusal hareketin restorasyonunun asıl mimarı Tjipto Mangoenkoesoemo’ydu. Önde gelen ulusal örgütlerden olan Insulinde Partisinin bir üyesi olarak Volksraad’a (Hollandalıların açtığı meclis) girmişti. Bu tarihi önemdeki olay Hacı Misbah’ın da devrimci bir vaiz olarak ortaya çıkışına denk düşer. Bir milliyetçi olarak Tjipto ve bir devrimci vaiz olarak Misbah’ın birleşmeleri ulusal hareketin Surakarta’da devrimci politik bir güç haline gelmesini sağlayacaktı.

 Yusran Darmawan

Kılıçsız İslam

Gönül bir gemidir sen dümenisin

Yelken açmak ister bu dervişlerin

Âşık Virani

Söyleten Allah, söyleyen Peygamber, söylenen Kur’an’dır ve söylemenin kıyam ile kılıçtan ari bir anlamı yoktur.

İslamî kesimlerin hâlâ bu hakikati tartışmaya açıyor olmaları anlaşılır bir durum değildir. Söz konusu hakikat ancak kıyam ile mümkündür ve tanımlıdır. Allah’ın, Peygamber’in ve Kur’an’ın “insan” donunda kavranması hatalıdır, esas tartışılması gereken burasıdır.

Bugün insan nedir? Aydınlanma ve modernizmin icat ettiği bir sahte tanrıdır. Yahudilerin çok sayıda tanrısı vardır ve Yehova bunun en yücesidir. Yehova’nın isminin değiştirilip “insan” yapılması ve hiyerarşik olarak Allah’ın onun altına yerleştirilmesi, Yahudileşme temayülüdür.

“Evrenin sırrı matematiktir” deyip ebced ilmine dalmak ve İslam’ı oraya bükmek, yontmak ciddi bir hatadır. Matematik nihayetinde sayılan ve çitlenen koyunlardır. Matematik ve geometrinin merkezde durduğu masonizm ise enisonu taş ustalığıdır. İslam’ın buraya bükülmesi, saray duvarlarının sağlamlaştırılması ve beşerin koyun misali bu saraylara bağlanmasını ifade eder.

Yahudilik ile Hristiyanlık arasındaki kavga biraz da Antik Mısır ile Antik Elen’in kavgasıdır. Küçük adaların, küçük kabilelerin federasyonu felsefî tartışmaları da belirler Elen’de. Benzer bir durum Nil Nehri’nin böldüğü toprakların bütünlüğü ve piramitlerin gölgesinin sakin kalması meselesi için de geçerlidir. Bütün antika tartışmalar bu iki büyük dini de etkiler. Filistin Elen işgali ile Hristiyanlığın rahmi hâline gelir. İslam ise Hristiyanlık ve Yahudilik geriliminde bir devrim olarak doğar, var olur. Dindiği, diz çöktüğü, sakinleştiği, yerleştiği anda bir kolunu Hristiyanlığa bir kolunu Yahudiliğe kaptırır. Esasta din dışı ve din karşıtı bir hareket olarak doğan İslam, zamanla sarayın resmî, formel ideolojisine dönüşür. Demek ki saraylar yıkılmadan İslam var olamaz.

Hristiyanlık “Yahudiliğin” Yahudilik de “Hristiyanlığın bir karikatürü” der İslam’a. Her ikisi de paganizmle hesaplaşırken İslam üzerinden kavga ederler. Bu kavga içinde kimi Müslümanlar Kur’an’ı bizatihi Hz. Muhammed’in yazdığına kani olur, kimileri de Allah’ın antropomorfizmine.

İslam üzerinden kavganın amacı, İslam’ı kendi hizalarına getirmek içindir. İslam bir kabilenin ilahiliğine, beşerin kutsîliğine kılıç çalma pratiğidir. Yahudilerin ve Hristiyanların asla affedemedikleri bu kılıçtır. Kılıcın kına sokulması için birileri Araplığına, Farslığına ya da Türklüğüne ikna edilir birileri de insan olarak zillullah olabileceğine.

Hristiyanlık tarihi baba-oğul-kutsal ruh üçlüsünün hiyerarşisi ve neliği üzerinedir. Vaftiz ve aşai rabbani ayini üzerinden çok sayıda ihtilafa ve yol ayrımına tanık olunmuştur. Her iki ritüel de süreç içinde Farisîlerin tefelerini yırtıp atan, servet masalarını tekmeleyen İsa bir kez daha çarmıhlansın diyedir.

Hiza insandan yana çekiliyorsa, orada kasıt hizayı çekenin maddî çıkarlarıdır. Hz. Ali’nin hizanın hakikatten yana çekilmesi ile ilgili vurgusu bu noktada manidardır. Demek ki Ali ve Ehl-i Beyt tam da bu nedenle tasfiye edilmiştir. Peygamber’in ocağını çökertenler, ordularını “peygamber ocağı” olarak vaftiz etmenin yolunu bulmuşlardır.

Bazılarına vahiyden önce bazılarına göre vahiyden sonra, Peygamber kayalıkların üzerine çıkıp intihar etmek istemiştir. Birinci iddia sahipleri Muhammedciler ikinci iddia sahipleri Allahçılardır. Ama her ikisi de kıyam ve din için belirli bir başlangıç noktası belirlenmesi gayreti açısından ortaktır. Peygamber’i yardan aşağı düşerken tuttuğu yar elidir kılıç.

Aradan kılıç ve kıyam çekilince, Allahçılar dini Kur’an, Muhammedciler Hadis üzerinden inşa etmişlerdir. İnşa pratiğinde kılıç ve kıyamın olmaması temel şarttır. Peygamber sonrası Allah’ın varlığı ile Kur’an’ın Allah’ın kelâmı olup olmadığına dair tartışmalar kılıçsızlığın ve kıyamsızlığın ürünüdür ve nafiledir. Bugünkü Müslüman’a kılıç ve kıyam tarihi değil, bu tartışmalar ve tartışmaların ürettiği fıkıh, kelâm birikimi kalmıştır. Söz konusu birikim her daim pazarda karşılık bulmuş, bu malın alıcısı da satıcısı da hiç eksik olmamıştır. Aklı, nakli ve kalbi karşı karşıya getirenler kılıçsızlığın kurbanlarıdır. Akla güzelleme yaparak İslam’ı belirli liberal güçlere hoş göstereceğini zannedenler bu kılıcın keskinliğini unutmuş gibidir.

19’culuk gibi teşebbüsler, salt meseleyi Allah’ın varlığını ispatlamaya indirgemiştir. Bu ispat arayışı, Allah’ın anbean kendi mevcudiyetine dair deliller sunmasını silmekle sonuçlanacaktır. Kıyamsız ve kılıçsız, Allah Kur’an’da, Kur’an da Peygamber’de ölür.

Allah’ın fani bir varlık olarak insana ve onun aklına ispatlanmaya ihtiyacı olmasa gerektir. Bu türden bir ispat gayreti insanın Allah değil, Allah’ın insan önünde diz çöktürülmesidir. Sırf insan için var olmaya indirgenen Allah kulluğun değil, özgürlüğün tanrısıdır ve bu öz insanın kul değil köle hâlidir.

Allah’ın ve Kur’an’ın tartışmaya açılması Muhammed’in olmaması, O’nun kılıcının ve kıyamının yeryüzünden silinmesi ile ilgilidir. Yahudi’ye yaranmak için Allah’ı, İsevîye yaranmak için Muhammed’i tartışmaya açmak Müslüman’a temel ayıracı, kıyamı ve kılıcı, unutturmuştur. Bu unutmada, Yahudi-Hristiyan’a öykünerek belli noktalarda muktedir olanların zihinleri kendi hesapları için silmelerinin de payı büyüktür.

İslam ordularının doğu kapısı Kûfe, batı kapısı Şam’dır. Doğuda mecazî olarak olan aslında Yahudilik, batıda olan Hristiyanlıktır. Muaviye’nin Beyaz Saray’ı Bizans’a göre şekillendirilmiştir. Belki de Hz. Hüseyin’i gizde Kûfe’ye çağırıp satan da Yahudiliktir. Yahudilik ile Hristiyanlık arasındaki ezeli rekabet ve kavga İslam içi kavgayı tetikleyen ana unsurdur. Kıyam ve kılıç nihayetinde Kerbelâ kumuna gömülmüştür.

İslam, Hristiyanlık ile Yahudilik arasında süren kadim kavganın ortasına konulmuş kılıçtır. Savaş da barış da ondadır. İslam’ın uzandığı yerlerde Hristiyan ya da zahirî de olsa Yahudilerin Müslümanlaşması tam da barışın tesisinin İslam ile mümkün olabilmesi ile ilgilidir. Zevahiri kurtarmak adına, saf Müslüman olmak için, “Hristiyan ve Yahudi olandan uzaklaşalım” diye merkeze kilitlenmekse, savaştan kaçmaktır.

İnsan ölünce vücuttaki kan kalbe toplanır. Demek ki arınma (tezkiye) adına İslam’ın değdiği yerlerden uzaklaşmayı politika zanneden bir tür İslamcılıkta esasen İslam ölüdür. Kanın toplandığı kalb, Mekke-Medine, Kur’an, Muhammed, Hadis ya da saf sahabî pratiği olabilir. Kan işlemiştir ve elbette ki kirlidir. Kirli kandan kurtulmak isteyenler, ellerini hiç kirletmek istemeyenlerdir.

Böylesi bir ispat için Kur’an’ın araç olarak kullanılması daha da sorunludur. Böylelikle Kur’an kitaplardan bir kitaba dönüşecek, giderek tefsir-meal Kur’an’ın yerine ikame edilecek, “asıl Kur’an bu” denilecektir. Esas mesele, herkesin küçüklükten itibaren Kur’an dersleri alıp O’nu kendi dili ve sentaksından okumasıdır belki de. Tefsir-mealciler, Kemalist diktatöryanın ürettiği bir marjinal sektör olarak iktisadî ve sosyolojik bir marazdır aslında. Dolayısıyla kendilerine fazla anlam ve değer vehmetmemeleri gerekir.

19’culuk, bilimcilik denilen hastalığın kabul edeceği bir Kur’an yazmaktadır. Allah’ın gene insan denilen faninin bilimine kapatılması doğru değildir. Allah sadece insana göre, insanca ve insan için var olan bir şey olmamalıdır. İnsan için zorunluluklar, ihtiyaçlar ve tercihler vardır. Maddiyattaki sıra budur. Dolayısıyla Allah’ın varlığı, Peygamber’in kulu ve elçisi oluşu, Kur’an’ın ilahi kelam olma vasfı ancak maddî zorunluluklar düzeyinde anlaşılabilecek gerçeklerdir. Amerika’ya göç edenin İslam’ı Amerikalılara uyumlu kılmak zorunda kalması kaçınılmazdır. 19’culuk Amerikan vizesi, insancıllaşmış Kur’an ve kılıçsız İslam’dır. Bilgisayarın görüp gösterdiğine tapmayı Müslümanlık saymamak gerekir.

İnsan denilen aslında Yahudi-Hristiyandır. Bu gelenekte İsa’yı silen tarikatlar Eski Ahit’e, Tanrı’yı geri plana iten Yeni Ahit’e abanırlar.

Hz. Muhammed Allah’a, vahye ve risalete ancak kıyam ile erişebilmiştir. Karanlık perdelerin yırtıldığı an kıyam anıdır. İslam’da ise Allah, Muhammed, Kitap teslis değil tevhidle anlamlıdır. Tevhidî mücadelenin kulu olan her Müslüman için söz konusu üçlü içe ve dışa dönük devrimci bir kavgada tanımlıdır.

Kıyam eden, samimi ve hakiki bir akıl ve yürekle hedefe kilitlenen her insanın ulaşacağı gene Allah olacaktır. Bu insanın eylemli sözü, sözlü eylemi bir “Kur’an”, devrimci kolektifi ise bir “Muhammed” illaki bulacaktır. Bundan gayrısı namümkündür, Allahsızlıktır, Kitapsızlıktır, Nebisizliktir. Bunlarsız akıl ve kalb samimi ve hakiki olamaz.

Tasavvuf her türlü din dışı unsurun İslam’a ısındırılması pratiğidir aslında ama zamanla İslam’ı ikame etmiştir. Hakikatin kılıcı kına sokulunca kula manevî planda ölüme örgütlenmek düşmüştür. Bu zamanla İslam ve hakikat için asla ölmeyecek ve sadece kendisi için yaşayacak insanların bahanesine dönüşmüştür.

Hristiyanlık ile Yahudilik arasına konan kılıçtır İslam. Kılıçsız, İslam ya yoktur ya da diğer iki dinin güç imkânlarına örgütlenmiş olarak var olabilmektedir.

Eli baltasız, asasız, kılıçsız olana Allah görünmez, konuşmaz, yoktur. Yok olana bağlanan, Allah’ın kudretini sömürmek için ya Muhammed ya da Kur’an’ı kullanır. Sonuçta elde sadece bir harf ve bir rakam kalır. İbrahim baltasız, Musa asasız, Muhammed kılıçsız, yoktur. “Biz ne Yahudiyiz ne İsevi, İbrahim dinindeyiz.” diyen Kur’an’ın İslam’ında baltanın, asanın işlevi kılıçta mevcuttur. Parçalamak, ayırmak ve kesmek tevhidî mücadele için şarttır. Dolayısıyla Allah’la, Peygamber’le veya Kur’an’la bireyliği üzerinden belirli bir empati ve ilişki kuranın yok ettiği bu tevhidî mücadeledir. Birey ve insan merkezinden Allah ulaşılamaz, Peygamber izlenemez ve Kur’an (Alâk suresine atfen) okunamaz.

Ulaşmak, izlemek ve okumak için mülkiyetin karşısında fakir olmak şarttır. Aradaki perdelerin yırtılacağı kolektif huruc için dervişlik emri bil maruf’tur. “Fukara” anlamında dervişlerde tahta da olsa bir kılıç vardır ve nefsle, mülkiyetin kara perdesiyle mücadele esastır.

Allah’a ulaşılamaz, O’nunla bir olunamaz. Ulaşmak ve olmak ancak sonsuzda mümkündür. Tasavvufun sonsuzluğu ânda bulması iç cihadın imkânlılığını gösterir. Ama sonsuzluk gene de Allah’a mahsustur.

Efendim efendim canım efendim

Ben senin kulunam sen benim sultanım.

Âşık Virani