Metin Kayaoğlu Teori ve Politika
dergisinin 59-60 numaralı sayısında yer alan Marksizmin Furkanı ve İslamın
Ayracı isimli yazısında (syf. 11), din meselesine ilişkin yön tayin ederken
ve buna dayalı teorik-politik bir eylemlilik gerçekleştirirken hangi ilkelere
yaslanacaklarını şu sözlerle dillendiriyor:
(Lenin’in konuya nasıl
yaklaştığına da atıfla) Meseleyi sadece
Tanrı’ya inanan işçiler bakımından materyalize etmeyecek ve
taktikselleştirmeyeceğiz, “Tanrı’ya inanç”ın ve dindarlığın kendisini,
taşıyıcısının özgüllüğünü bir an paranteze alarak, materyalize etmeye ve
taktikselleştirmeye çalışacağız.
Metin Kayaoğlu (bundan sonra M.K.)
burada “dinin kendisinden hiçbir şey öğrenmeyeceğiz” demiş oluyor bir anlamda.
Bir önceki sayfada yer alan, neyin marksist olduğunun, neyin olmadığının nasıl
belirleneceğine ilişkin kaygının kendisi aslında M.K.’nın, sözünü ettiği ayrımı
(modernizmin öncesi-sonrası ayrımı) düşüncesinin merkezine aldığına işaret
etmiyor mu?
“Haniflik” kavramsallaştırması
nasıl ki islamın devrimsel ayracını görmüyorsa “Hanif Marksizm” de marksizmin
modernizmin bağrında açtığı yaranın üstünden atlamayı tercih ediyor.
Buna göre, ilk insanın müslüman
olması gibi, ilk insan komünist oluyor. Şu durumda Muhammed’in ve Marks’ın
eylemleri berhava edilmiş oluyor. İslamı fıtrata indirgemekle marksizmi
“ezilenlerin şiddeti”ne indirgemek arasında fark bulunmuyor. “İslam fıtrat
dinidir” diyen kişi fıtrat diye bir şey varsa bile onun devrimcileşmesine engel
olmayı hedefliyor. Politikayı ezilenlerin şiddet eylemine denkleyen ise kendi
kendisini devrimcileşme sürecinden ari kılıyor; kuyruğuna taktıklarına ve
takacaklarına da aynı yolu hazırlıyor.
Marksist olanla olmayanı
ayrıştırmaya hasredilen teorik faaliyet de işte bu noktada boşa düşüp metafizik
bir kabulle neticelendiriliyor:
Peki bu haldeki “şey”in Marksizm olduğunu ve başka bir yerdeki “şey”le
ortak olarak Marksist nitelemesini hak ettiklerini nasıl anlayacağız? Bunun
ampirik bir kanıtlaması olamaz. Metafizik bir kabul niteliğindedir. (syf.
10)
Bu tür bir kabulün önsel olması
beklenmez mi? Halbuki burada sonsal. Bu, neyin Marksist olduğunu belirlemeyi
her isteyişimizde M.K.’ya danışmamız gerektiği anlamına geliyor. O da bize
“dindarlığın kendisini taktikselleştirecek” bir marksizmin kılavuzluğunu
yapacak gibi görünüyor. Halbuki “taktik” her şeyden evvel politik “özne”nin işi
oluyor. Yani “güç” işi. Aksi takdirde her zaman “karardan firara tebdil”i
anlatıyor.
“Marksizm büyümezse küçülür” (syf. 14) sözünün Yalçın Küçük’ün
siyasi düşüncesindeki karşılığı “Türkiye
büyümezse küçülür” idi. M.K.’nın Küçük’e bu sözü söyleten halet-i ruhiyeyi paylaştığı anlaşılıyor. Buna göre marksizm M.K.’nın
toprağıdır. Dünyanın merkezinin Nasreddin Hoca’nın eşeğini bağladığı yer olması
gibi marksizm de M.K.’nın durduğu yerden başlayarak büyüyecektir; öyle
görünüyor. Yalçın Küçük “büyük Türkiye” için PKK’yi Ortadoğu’da Türkiye adına
bir örtülü savaşa sokmayı hayal ediyordu. M.K. ise “büyük marksizm” için islamı
ayartmayı kurmaktadır.
Anlaşıldığı kadarıyla burada “büyüme”den
kasıt teorik bir büyümedir. Ve işte o teorik marksizm de M.K.’nın, dedik ya, öz
toprağıdır. Değil mi ki politika “ezilenin şiddet eylemi” idi; bunun
küçüğü-büyüğü en azından ilke düzeyinde olmayacağına göre, hele ki “konjonktür”
böyle bir “maddi” büyüklüğü ima bile etmediğine göre, ihlal edilecek sınırlar olsa olsa teorinin sınırlarıdır. Yoksa Teori ve Politika pratikte “durmaya”,
yani hareket etmemeye ayarlıdır.
M.K.’nın takıldığı bir de “Nesh”
kavramı var. Buradan yola çıkarak M.K. Kuran’ı -haşa- elinde oyuncak etmeyi
planlıyor. “Nesh” beğenmediği ayeti Kuran’dan atmak isteyenlerin aleti oluyor.
“Nesh” meselesini başlı başına
bir tartışma nesnesi haline getirmek gerekiyor. (M.K.’nın nesh etmekle
karşılaştırdığı bir teorik eylem olarak) somut durumun somut tahlilini yapmak
başka şey, hüküm koyup hüküm kaldırmak başka şey. Lenin “Bütün iktidar
sovyetlere!” derken marksizmin bir ayetini nesh etmiyor; marksizmi hükümler
silsilesi haline sokanların ideolojik dünyasının karşısına somut devrimci
pratiği çıkarıyor.
İslam içinde de bu nesh kavramına
itiraz edenler mevcut (İhsan Eliaçık bunlardan biri, M.K. da onun itirazını
anıyor). Bunlar, örneğin, nesh edilmiş gibi görünen ayetlerin her çağda ve
toplumda muhatap bulacaklarını iddia ediyorlar. Gayri ciddi bir örnek olarak
görülebilir belki ama, içki, bu anlayış çerçevesinde “ehline helal, naehle
haram” oluyor.
Tekraren; Kuran’da nesh diye bir
kurumun varlığını reddetmek gerekiyor.
Muhammed ayrıştırılması gereken bir kaynaktır. Bizzat Muhammed zaten
ayrışmaktaydı. Muhammed, içinde bulunduğu konjonktüre göre hareket ediyor;
bazen sağa bazen sola büktüğü çubukla hareketine somut ortamda yol ve yordam
arıyordu. Dolayısıyla, Muhammed’in bütün pratiğinin onun (Kıvılcımlı’nın
ifadesiyle) “gönlünden geçen” pratik yordam olmadığını varsayabiliriz. Bu,
Muhammed’in toplam eserinin (ortaya koyduğu pratiğin ve ayetlerin)
ayrımlaştırılabileceğini teorik olarak göstermeye yetmektedir.(syf. 55)
Kuran ayetlerini ve Muhammed’in
pratiğini birbirinden keyfe göre yalıtılarak marksizan düzlemde yol alınacaksa M.K.’nın
yazısında olduğu gibi Küçükaydın’a yahut Altınoğlu’na neden itiraz ediliyor? Altınoğlu
da M.K.’nın doğru tespitiyle diyalektik yöntemi bir kenara koyup Kuran’ı
zahiren-düzünden okuyarak ayetleri çağ dışı diye nitelemiyor muydu? Küçükaydın
Muhammed’in ahlaki edimini yüceltip bu edime Kuran’ın verdiği politik
doğrultunun üzerinden atlamıyor muydu? Pratik ile teorinin ancak idealar
düzleminde örtüştürülebileceğini M.K. ima etmiyor muydu? Bu ontolojik açı neden
birdenbire Muhammed’in özel olarak konusunu oluşturması gereken bir sorun gibi
algılanmaya başlanıyor?
İslamın ve Muhammed’in
ayrıştırılması fikrini ve teorik-(politik) pratiğini Fethullah Gülen de
paylaşıyor. Buna göre İslam altı bin beş yüz küsur ayete (kimi durumlarda ise
imanın ve islamın şartları faslında on bire), Allah ise isimleri üzerinden
doksan dokuza bölünüyor. Bu bölme işlemi bir “Allah ve İslam mağazası”nın
müşterilerine seçenekler sunmayı ve onların “nefs”lerini -haşa- Allah ve İslam
üzerinde egemen kılmayı anlatıyor. M.K.’nın yaptığı da aynen budur; kendi
nefsini âleme dayatıyor. Fethullah Gülen’den tek farkı Gülen’in kendi nefsini
ve takipçilerinin “nefs”lerini devletinkinden bağımsız düşünmemesi ve
“mağazadan yapılacak seçim” konusunda görünüşte daha gevşek bir tutum
sergilemesidir. Bu fark ihmal edilebilir niteliktedir, zira Fethullah Gülen’i
böyle davranmaya iten elinde bulundurduğu güç ve yine bu gücün sınırlarıdır. Bu
sınırlar (ancak sadece onlar değil, aynı zamanda Gülen’in misyonu gereği
vazettiği “hoşgörü” ideolojisi) onu böyle söyletmektedir. M.K.’nın böyle bir
gücü yoktur; yani ikisinin arasındaki fark büyük oranda pratiktir.
Marks “Demokritos ile Epikuros’un
………”da kurulu düzene ödün vermiş düşünürlerin ödünlerinin kendi ilkelerinin
yetersizliğinden ya da yetersiz kavranışından neşet ettiğini söylüyor ve
ekliyor: “Öyleyse bir filozof eğer
gerçekten ödünler vermişse öğrencileri onun özsel iç bilincinden yola çıkarak,
kendisi için sahip bulunduğu dışrak bir bilinç biçimini açıklamak
zorundadırlar.”
Gerçek Muhammed ve resmi (ödüncü)
Muhammed arasında M.K.’nın yaptığı ayrım M.K.’nın Muhammed’in ilkelerini
yetersiz kavrayışındandır. O, kurgusunda ısrar ettiği müddetçe, evvela Muhammed’in
“kendisi için sahip bulunduğu dışrak bilinci”ni açıklamak zorundadır. Hem de
onun içsel bilincinden yola çıkarak.
İslamın hem politik devrimini hem
de tarihsel devrimini (şayet böyle bir ayrım geçerliyse) bir kitabın içinden ve
üzerinden tartışmak olmaz. Nerede kaldı politikanın (devrimci politikanın)
ezilenlerin şiddeti olarak ifadesini bulan bir eylem biçimi olduğu? Nerede
kaldı tarihsel materyalizm? Tarihsel devrimi (o henüz ortada yokken) bir kitap
mı belirliyor? Bir kitap mı tek başına hem tarihsel devrimin haritasını serimliyor
hem de onun (tarihsel devrimin) ideolojisini anlatıyor? Gerçekliğin tarihe
atfedilmesine, tarihsel şartların belirleyiciliğine ne oldu? Buradaki çelişki
salt “23 yılda nuzül”le mi açıklanacak? Tarihle kastedilen “23 yıl” mı?
Muhammed’in ve İslamın “içine
girmek” iddiası ile yola çıkılıyor ve daha ilk durakta Muhammed ikiye bölünüp
tarihsel olan Muhammed otobüsten atılıyor. O halde “İslamla liberal bir yolda
ilişkilenenler”le nasıl ayrışılıyor?
İslamı devrimcileştirmek istemek
“Devrimci Marksizm” diye dergi çıkaranların kafasını yansıtıyor. Bu kafa ona
(islama) içrek devrimciliği görmüyor. Devrimin kirinden pasından imtina
edildiği için tarihsel-politik ayrımı kuruluyor. Böylece “kirli” görülen her
şey tarihe havale ediliyor. Lenin’le devrimcilikte paralellik kuruluyor da
“kirlilik”te kurulmuyor.
M.K. yol diye, kendi ifadesiyle “hakim
İslam kültürü”nün tuttuğu yolu benimsiyor ve öğütlüyor. Bu kültürün
savunucularının yaptığını tersten yapıyor. Tabii bu arada onca “irrasyonalite”
edebiyatı da uçup gitmiş oluyor. M.K. birdenbire rasyonelleşiyor! Bu durumda
hiç akla getirilmeyen “iman”ın varlığını hatırlatmak gerekiyor. “İman”ın
kendisi bu seçmeci kafayla doğrudan çelişiyor. İşte bu yüzden imandan söz
edilmiyor da “kutsallıklar”dan sözediliyor. Zira “kutsallık” M.K.’nın hakim
İslam kültürü dediği yapının imana karşı silahı oluyor. “Kutsal” imanı
baskılamayı anlatıyor. Kutsala yapışmak “hakim İslam kültürü” ile yoldaşlaşmak
demek oluyor. Mevcut politik kültürde “kutsal” M.K.’nın beğenmediği TKP’nin
ağzına yakışıyor. Zira TKP de M.K. da bir devrimin sonrasından konuşuyorlar:
M.K. yazısı bağlamında İslam devriminin, TKP Ekim devriminin. Kutsallaştırma
buradan; tarihsel olanı politikanın başat konusu yapma, ya da tersten; politik
olanı tarihin gölünde boğma niyetinden, türüyor. Devrimcinin imanı kutsal
olanla etkisizleştiriliyor. Ancak imanın da kutsalın akıbetine uğrayarak bir
iman nesnesi haline gelip kutsallaşması ve aynı oranda içeriksizleşmesi
olasılığının varlığını da elbette kabul etmek gerekiyor.
Yazıda Kıvılcımlı’ya atıfla Enfal
Suresi tarihsel-politik ayrımının dayanağı haline getirilmek isteniyor.
Enfal Suresi Bedir savaşını konu
ediyor. Savaş, hele ki Bedir gibi tarihsel bir kırılmaya işaret eden bir savaş,
içinde oluştuğu hukukun oluşturucusu, dönüştürücüsü oluyor. Savaş kendi
hukukunu tayin ediyor. Devrimcilikten komüncülüğü anlayanlar bunu anlamıyor.
Sadece onlar değil, İslamcılıktan
cemaatçiliği anlayanlar da anlamıyor. Onlar da Bedir savaşıyla beraber “canını
hakikate şahit kılanlar”dan oluşan İslam toplumu ortadan kalktı diye
düşünüyorlar. Buna göre fetihçi islamın başlangıç momenti -Bedir savaşı-,
canını hakikate şahit kılmayı; yani kendini hakikate feda etmeyi bir gereklilik
olmaktan çıkarıyor. Komüncü kafa da aynını düşünüyor. Mekkelilerde Mekke’yi
terke zorlanan ilk “fukara” müslümanların, zulme, gadre uğramışların -bu
anlamda hem sınıfsal hem politik- kinini görmüyor da onları ganimete akın eden
karınca sürüsü sanıyor.
Meseleyi daha hukuki bir yerden
ele alansa (Bkz. Mustafa İslamoğlu) ganimet yerine “tazminat” (Mekke’de kalan
malların tazmini) demekle iş halloldu diye bakıyor.
Ayrıca surenin 1. ve 41. ayetleri
dilsel planda da çelişik değil. 1. ayette الانفال (el enfal: fazladan
bahşedilen, bağışlanan. Mustafa İslamoğlu’nun verdiği bilgiye göre farzın
dışında kılınan namazı anlatan “nafile namazı”ndaki nafile de aynı kökten geliyor. Bkz.
Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı: Kuran-ı Kerim Meal ve Tefsiri syf. 307)
41. ayette غنمتم (sizin ganimetiniz) sözcükleri geçiyor. İlk ayette “enfal” ya
da “savaşın kazandırdıkları” Allah’a ve elçisine kayıtlanıyor. Ancak 41. ayette
reel bir bölüşüm gerçekleşiyor ve beşte bir oranında ganimet Muhammed’e
yazılıyor. Burada meseleyi, örnek olsun, Fidel Castro’nun şahsi servetinden
sözeden karşı devrimci batılıların kafasıyla anlamayı reddetmek gerekiyor. İlk
ayet ilkesel bir kaydı teşkil ederken 41. ayet pratik bir adım atarak devrimi
finanse ediyor. Ne Castro’nun ne Lenin’in ve elbette ne de Muhammed’in servet
sahibi olmaları kategorik olarak mümkün oluyor.
Yalçın Küçük kemalistlere nazire
olarak “Sevdiğimin dini var, imanı yok” türküsünü hatırlatıyordu. M.K.’nın dini
de türküdeki gibi imandan münezzeh görünüyor. İman kendi iradesini merkeze
koymanın, yahut kendini rüzgar önüne yaprak diye katmanın reddini anlatıyor. Bu
red gerçeğin değil ama hakikatin öğrencisi olmayı koşulluyor. Şu halde islama, islamcılara
akıldanelik etmeyi bırakıp onlarla yoldaşlaşacağımız kavşakları gözleyerek, hakikat ve devrim tâlibanı olmak
gerekiyor.
M.
Ocakçı