Gazetecilik İdeolojisinin Eleştirisine Giriş

                                                                                Hakikati insanların ölçüleri ile değil, insanları hakikatin ölçüsü ile tanı. 

Hz. Ali 

 
Liberalizm ruh ile bedeni birbirinden ayıran bir felsefi-siyasi geleneğe yaslanıyor. Bu ayrımın denk düştüğü muhtelif ikilikler var. İnsan-toprak, din-devlet, özne-nesne bunlardan bazıları. Bu listeye eklenebilecek, hatta liste bir hiyerarşiye tabi tutulsa ilk sıraya konması gereken bir başka ayrımsa tarih-toplum ayrımı.
 
Devlet ve burjuvazinin tarihsel ve toplumsal olarak ayrıştıkları momentleri ezel-ebed görenler -devleti tarihle, burjuvaziyi toplumla kayıtlayanlar­- ­devletin toplumsallığını görmeyi reddederek faşizmi bir patolojik vakaya indirgiyor, burjuvazinin tarihselliğini ise efsaneleştirip kurgu dışına çıkararak bütün teorik-pratik eylemliliği tarih üstü bir özgürlük-demokrasi-insan hakları edebiyatına kurban ediyor.
 
Liberalizm günümüzde belki en iyi ifadesini “gazetecilik ideolojisi”nde buluyor.
 
Mezkur ideoloji tarihsel ve toplumsal olanı mutlak surette yalıtmaya dayanıyor. Gazeteci tarihi -George Galloway’in ifadesiyle- hep yalnızca birkaç hafta öncesinden başlatıyor. Bu ideolojik kurguda toplum ise hep verili bir bütünlüğü anlatıyor. Yine bu ideolojinin eklentilerinden çokkültürcülük toplum kurgusunda bir parantez açıyor; bu “kültür” diye sınıflandırılarak daha söz düzeyinde rehabilite edilmeye çalışılan halk unsurlarının o liberal (özgürlükçü-demokrat-insan haklarına saygılı) çatının altında ancak o çatının ideolojik dayatmalarına riayet etmek kaydıyla kabul görmesinin ifadesi.
 
Gazetecilik ideolojisi sadece “gerçeği” görüyor. Marks Kapital’de nasıl “en iyi” kapitalistin bile üretim biçiminin nesnel işleyiş şartları gereği sömürücü olduğunu ortaya koyuyorsa gazeteciliği de “gerçeği çarpıtma” yönünden eleştirmeyi (N. Chomsky’nin yaptığı gibi), daha doğrusu bu bakışı eleştirinin merkezine oturtmayı reddetmek gerekiyor. Gazateci asıl “yalan söylemediği zamanki haliyle” hedef tahtasına konmalı.
 
Yalan hiçbir biçimde “gerçek”in zıttı olmuyor. Yalanın gündelik-bildik tanımını genişleterek karşısına “hakikat”i koymak şart. Hakikati “niyetten bağımsız olarak” bozma sonucunu doğuran her durumu yalan addetmek gerekli.
 
Hakikat ise gerçeklerin üstüste yığılmasından çıkmıyor. Hakikat pratik gerçeği önceliyor. Pratik gerçek hakikatin görüngülerinden biri oluyor yalnızca. Buna karşılık gerçeği refere edense mekanik bir eşitlikçiliğe kul oluyor. Devletin şiddetinin karşısına “örgüt” şiddetini koyup iki eylemi şiddet parantezinde eşitliyor mesela.
 
Hakikat “hakka teslim olmak ve hakkı teslim etmek”se demek ki onun hakkın (insan hakları örneğindeki gibi) aşkınlığının reddini içermesi icap ediyor. Aşkınlığı reddedilen bir hakkın teslimi topluma bakarken tarihi, tarihe bakarken toplumu görmeyi gerektiriyor. “Soyut” bir şiddet karşıtlığı her şiddet pratiğine karşı olmayı getiriyor; bu karşı konum gazetecinin konumuna nispetle her şeyin göreceleşmesi sonucunu doğuruyor. Böylelikle aslında mevcut güç dengesine biat edilmiş oluyor. “Ne devlet ne örgüt” demek son tahlilde devleti örgüte yeğlemek anlamına geliyor.
 
“Gerçeği, yalnızca gerçeği”  söylemek hiçbir şey söylememeyi anlatıyor. Hiçbir şey söylememekse sesi en çok çıkanın değirmenine su taşımak demek.
 
Teorik bilgi Marks’ın da ikrarıyla çatıdan başlayarak çatılıyor. Teori “kolektif iman” anlamına geliyor. İman ruhun bedenden, insanın topraktan, tarihin toplumdan ayrı düşünülemeyeceği gibi amelden ayrı düşünülemiyor. Her şeyin göreceli olduğu bir durumda imanın kolektivize olma olasılığı bulunmuyor.
 
Bu durumda iman “bireyselleşiyor”. Zira göreceliliğin de kendisini nispet edeceği bir kutba ihtiyacı var; neye göre göreceli?
 
Her şeyin göreceli olduğunu söyleyebilmek için bu sözün sahibinin “mutlak” olması gerekiyor. İşte bu “mutlak” “birey”i veriyor. Gazetecilik ideolojisinin bekçilik ettiği soyut haklar hep bu “birey”e bahşediliyor.
 
Soyut haklar mutlak doğrunun bulunmadığı ancak mutlak bireylerin bulunduğu bir dünyada bireyin iktidarını somutlamanın aleti oluyor.
 
Ruh ile bedenin ayrıştırılmasının iki pratik sonucu var: ruhun bedenin emrine ya da bedenin ruhun emrine verilmesi. Paradoksal olarak ruhun bedenin emrine verildiği durumda aslında ruh, tersi durumda ise beden yüceltiliyor. Her iki halde de ruh ve beden sadece müstakil bireylerde anlamlı görülüyor. Ruh bedenin emrindeyse bedenin pratikteki sefahati ruhun özgürleştirilmesi ideolojisini gerektiriyor. Beden ruhun emrindeyse ruhu daha uzun süre barındırabilmesi adına beden korumaya alınıyor. “Beden ruhun hapishanesidir” demekle “beden ruhun muhafazasıdır” demek arasında fark bulunmuyor.
 
İster hapishane ister muhafaza olarak kodlansın ölüm bu müstakil bedenlerin yaşamına bir müdahale olarak algılanıyor. İster kazayla, ister ecelle, isterse öldürülme yoluyla gelsin bu böyle.
 
Bahsedilen ayrımın ajanı gazetecilik ideolojisi İbrahim Çuhadar’ın gerçekleştirdiği eylemde ölen polise “ruh”, devrimciye “beden” muamelesi yapıyor. Ne zaman bir asker ya da polis ölse ya kısa zaman önce evlendiği, ya kısa zaman sonra evleneceği, ya yeni çocuk sahibi olduğu ya kısa zaman sonra olacağı vb. anlatılıyor. Sanki bunlar toplumsal hayatın sıradan işleri değilmiş yahut şehit olan devrimciler eylemleri öncesinde yerden bitmiş, gökten düşmüş gibi.
 
Devrimci yer ile gök arasındaki diyalektiğin vücuda gelmiş halidir. O ne yerden biter, ne gökten düşer; yerin ve göğün birliğini anlatır o. Bu birliği bugünde savaşarak kurmayı anlatır. Bu içkinlik-aşkınlık diyalektiği belki en güzel Che’nin formülasyonunda ifade kazanıyor: devrimci gerçekçi kalarak imkansızı istiyor. İmkansızı istemek bir “iman” meselesi.
 
Gerçeklik sayısaldır; görsel, işitsel bir sunumdan başka bir şey ifade etmiyor. Gerçeğe biat etmek anlamında “gerçek”çi olan aslında “iman”la alay ediyor.
 
Orhan Yılmazkaya’nın "Biz düşeceğiz fakat bizden sonra bu kavga mutlaka sürecek, binlerce yıldan beri sürdüğü gibi" sözleri işte bu bakış neticesinde televizyonlarda müstehzi bir ifadeyle, gülerek okunuyor. Liberal, sahtekârlığı, bilinç dışı bir zeminde ifa etme noktasına kadar içselleştirmiş, bu anlamda “riyakârlıkta samimi” olana verilen ad; onca "insan hayatının kıymeti" edebiyatı liberalin gözünde hem devrimci için geçersiz hem de onunla alay edebilmenin yolunu açacak bir ön-önerme oluyor. (1)
 
Kanser bir hücrenin sınırsızca bölünmesi demek. Bu “bölünemez birey” ve onun düzeni için büyük tehdit. Burjuvazi küçüğüyle büyüğüyle devrimcileri kanser olarak görme eğiliminde. Devrimcinin şiddetinin yıkıcılığı görülüyor da yapıcılığı görülmüyor. Gazetecilik ideolojisi bu düşünce zinciri içinde Mensur Güzel’in kanserli olduğu bilgisinin üzerine atlıyor. Mensur Güzel kanserli hücre derekesine indiriliyor.
 
Kanser burjuvaziye irrasyonel geliyor. Devrimciler de öyle. Oysa her şey ve her durum aklın ölçüsüne vurulduğunda aklî olanla olmayan arasındaki niteliksel fark ortadan kalkıyor. Böylelikle akıl da akıl dışı da burjuvazinin emrine giriyor.
 
Burjuvazinin toplumsal sözcüsü liberal, kendini işine geldiğinde bedensiz ruh, işine geldiğinde ruhsuz beden olarak kodlayan bir yaratık olduğu, aynı anda hem her yerde hem hiçbir yerde bulunmaya öykündüğü, “bir ölümlü olarak sıradan insan” olmamak adına türlü teorik, pratik taklalar attığı için şiddet karşıtlığı güdenlerin başını çekiyor. Rüyada olup olmadığını anlamak isteyen birinin kendini çimdiklettirmesi klişesinin hatırlattığı gibi, liberali, yukarıda izah edilen stratejisine paralel, herkesi hakir gördüğü kutlu mevkiinden reel dünyaya çekebilmenin yegâne yolu, bilinçli ya da bilinçsiz, onun üzerinde şiddet uygulamak oluyor.
 
Gazeteci varlık zeminini işte bu şiddeti tahkir etmede buluyor.
 

                                                                                                                                                                                  M. Ocakçı

Dipnotlar

(1) An denilen sonsuzluğun içine doğduğunu ve orada yaşadığını zanneden cahil utanmadan Müslümanlık iddiasında da bulunabiliyor (Orhan Yılmazkaya ile alay edenler Turgay Güler ve Taha Akyoldu); Müslüman, tarihin çölünde kişisel varlığıyla kum tanesi olduğunu bilen (ubudiyet) ama bunu rüzgâr önünde yaprak olmanın gerekçesi yapmayan (ahlak) ve o tarihin uçsuz bucaksızlığı içinde belli referans noktaları ile bağlı olduğunun bilincinde olan (iman) ve bu bağlılığın toplumsal ifadesi olarak hep gördüğü yahut hiç görmediği dindaşlarıyla, yoldaşlarıyla gönül birliği içinde eyleyen (sâlih amel) adamdır. Bu anlamsal dizge içinde düşünüldüğünde asıl Müslüman Orhan Yılmazkaya’dır. Orhan Yılmazkaya, örnek olsun, bir Müslüman’ın Uhud şehitleriyle kuracağı fikir, gönül ve amel bağını aynı refleks üzerinden Thomas Münzer'le, Şeyh Bedreddin'le, Mahir Çayan'la kuruyor. Turgay Güler ve aynı soydan Müslüman posası için Uhud, Uhudlar bir daha yaşanmasın diye birbirlerine anlatıp anlatıp zırladıkları bir masaldır. Müslüman, Uhud'un cesaret ve azim ruhunu çoğaltmayı dert edinen, çoğaltana hürmet edendir.

 

Reformizmin Keskin Kokusu (1)



 

“...bu anlayış gerçek düzeni tersine çevirmekte ve üst yapıyı alt yapının yerine koymaktadır, daha kesin biçimde söylemek gerekirse , sömürüyü hasır altı edip bir tek baskıyla ilgilenmekte ya da aynı yanlışın daha ileri bir biçimi olarak, emperyalizmin en ileri aşaması olarak sunulan tekelci devlet kapitalizmi aşamasında sömürünün artık kendi özüne,yani baskıya indirgendiğini ya da aradaki ince farkı hissettirmek istersek, sömürünün pratikte baskı olup çıktığını söylemektedir.”

Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları 

 

 

  Üst yapı kurumlarının ve ideolojilerinin nakliyecisi, Althusserci terminolojiyle taşıyıcısı, küçük burjuvazidir. Althusserci ekol insanların tarihin protagonisti(ana karakter/baş kahraman) olmamaları anlamında toplumsal ilişkilerin taşıyıcısı olduklarını söyler. Bu özünde bir hümanizm eleştirisidir. Hümanist ideolojilerin önermelerini yanlışlamak üzere Althusser toplumun insanların aralarında kurdukları öznel ilişkilere indirgenemeyeceğini belirtir. Tarihi kavramanın yolu insanların tabi olduğu nesnel toplumsal yapıların (sınıf mücadelesi, üretim ilişkileri, ideolojiler) kavranmasından geçer. Taşıyıcı kavramı, özneliği dışarıda bırakmakla yerinde görünse de hamil, yani elinde bulunduran anlamına da gelmesiyle bir şeyin bir yerden başka bir yere nakledilmesini anlatmaktan çok o şeye yataklık etmeyi ifade eder görünmektedir. Oysa ki taşıyıcı toplumsal yatıştırıcı ve yapıştırıcı anlamında Gramsci’nin deyimiyle “ortak ideoloji”nin ve bunun ayrı ayrı bileşenlerinin sadece etkileneni olmak anlamında hamili değil aynı zamanda bu ideolojilerin yayıcısıdır. Örneğin öğretmen burjuva eğitiminin(ve her türlü ideolojik işleviyle o eğitimin müfredatının), doktor burjuva tıbbının, memur (belki bir avukattan daha çok) burjuva hukukunun yayıcısı ya da şimdilik kullanmayı uygun gördüğümüz terimle nakliyecisidir.

 

  Bu noktada dikkat edilmesi gereken yukarıda sayılan meslek gruplarının tamamının küçük burjuva unsurlar olduklarıdır. Althusserci taşıyıcı kavramı ve nakliyeci terimi bu noktada da farklılaşmaktadır. Zira Althusser ve ekolü taşıyıcıyı net bir sınıfsal  ayrıma tabi tutmaz ve tersinden bir hümanizmle insan kavramsallığı üzerinden tekil kişilerin ideoloji taşıyıcısı oldukları savıyla taşıma işlevini gücül anlamda herkese ya da en iyi olasılıkla bütün toplumsal sınıflara  yüklerken nakliyeci nakliyeciliğin toplumsal doğası gereği küçük burjuva olmak zorundadır.

 

  Soru nakliyeciliğin toplumsal doğasının ne olduğudur. Nakliyeci, aynı anlama gelmek üzere küçük burjuva artı değer yaratmamakla “üretim-dışı”dır. Burjuvazi ve proleteryaya karşıt olarak yer aldığı bu konum dolayısıyla küçük burjuva halkın pek yerinde tabiriyle her devrin adamıdır. Toplumsal bir kategori olarak emeğin sosyalizasyonu iktisadi aynada üretim güçlerinin gelişimi olarak yansır. Üretim güçleri gelişir, üretim ilişkileri dönüşürken bu süreçten ekonominin belirleyici düzleminde,yani son kertede, hemen hemen hiç etkilenmeyen  (feodal dönemin orta sınıfı olan burjuvazi hariç tutulmak kaydıyla) orta sınıftır. Örneğin bir doktor, bir öğretmen, bir memur, sınıflı toplumun her tarihsel aşamasında bulunabilir. Üretim tarzının değişmesi hakim sınıfın toplumsal paradigmalarına tabi olmak dışında seçeneği bulunmayan bu sınıf üzerinde ideolojik etkileri dışında yaşamsal (ve yapısal) anlamda hiçbir etki bırakmaz. Bu sınıfın mensupları içinde siyasal rejime muhalefet edenler ya sömürünün baskıya dönüştüğünü, mensup oldukları sınıfın nicel büyümesinin işçi sınıfının politik etkinliğini kıracak ölçüye ulaşıp yine bu sınıfın ideolojik ya da fiili öncülüğünü geçersizleştirecek bir nitel sıçrama aşamasına geldiğini, böylelikle ideolojik ve fiili öncülüğün kendilerine geçtiğini ya da orta sınıf kavramsallığının  burjuva ideologlarının manipülasyonun sonucu olan teorik bir yanılsama olduğunu, böyle bir sınıfın artık varolmadığını, dolayısıyla, örneğin yukarıda sayılan meslek gruplarının Derridavari  yapı-sökümcü bir bakış açısıyla artık sınırları belli bir sınıfa dahil edilemeyeceğini ancak burjuvazi ordusunun astsubayları olarak görülebileceklerini iddia eder. Her iki yaklaşımın da politik-pratik gerekçeleri anti-devrimcilik ve hakim sınıfın hakim ideolojisinin nakliyeciliğini üstlenme parantezine alınabilir. Bu gerekçelerin değerlendirilmesine geçmeden önce nakliyeci sınıfın analizini özet olarak tamamlamakta yarar var.

 

 Öncelikle belirtilmesi gereken sınıfın salt ekonomik bir kategori olarak değerlendirilemeyeceğidir. Yukarıda sözü edilen yaklaşımlardan ikincisi burjuvaziyi değerlendirirken gösterdiği cömertliği küçük burjuvazi için göstermez ve sorunsalının bekası gereği onu toplumdaki iktisadi ilişkiler düzlemine hapseder. Böylelikle bakkalın tarihe karışması, demircinin, turistlerin para karşılığı sırtına bindikleri deve türünden bir hatıra fotoğrafı nesnesine dönüşüp sosyo-ekonomik etkinliğini yitirmesi küçük burjuvazinin yok olması anlamına gelir. Bu yaklaşıma göre küçük burjuvazi esnaf ve küçük tüccardan mürekkeptir. Tersine orta sınıfın giderek hacimlendiğini savlayanlar da bu sınıfın proleterleştiğini söyleyerek aynı ekonomizmi sürdürmektedir(Avukatlar, doktorlar, mühendisler, memurlar, öğretmenler gibi meslek gruplarını bu grupların sosyal hak mücadeleleri bağlamında işçi sınıfının doğal müttefiki olarak görenler işçi sınıfının ekonomik mücadelesiyle de ortaklaşılması gerektiğini,  bu ikili mücadelenin bileşenlerinin(sosyal ve ekonomik haklar) zaten hemzemin olduklarını söylerken bilinçli ya da bilnçsiz bir tahrifat içindeler. Zira işçi sınıfının asıl yaşamsal mücadelesi olan politik mücadele bu tabloda kendine yer bulamamaktadır. Ayrıca sosyal ve ekonomik haklar hiçbir surette hemzemin değildir. Sosyal haklar örneğin SSGSS düzleminde düşünüldüğünde temelde devletle göbek bağı bulunan kesimleri ilgilendirmektedir; sosyal anlamda kaybetmekten imtina edecekleri hakları bulunanlar bunlardır. Bu kesimin temsilcilerince memurun artık eski memur olamayacağı her yerde serzeniş konusu edilmektedir. Diğer taraftan “sosyal haklar” kavramsal olarak hiç değilse burjuva hukuku düzleminde karşılığını bulsa da ekonomik haklar lafzı tastamam totolojidir ve sömürüyü gizlemeye yöneliktir. Bu bilim-dışılık, Anayasa Mahkemesinin sosyal devlete ilişkin çeşitli tanımlamalarında emek-sermaye dengesini sağlamaktan sözedilmesiyle örneğini bulur. Emek-sermaye dengesi denen mistifikasyon gerçekten de sosyal devletin temelidir ve bu dengeyi kuran unsur işçi sınıfı değil küçük burjuvazidir. Hakim ideolojinin etkilerine elbette proleterler de maruz kalabilir ve Althusser’in verdiği örnekle sözgelimi bir mühendis olmadan işlerin yürüyemeyeceğini, dolayısıyla müdür, mühendis gibi küçük burjuva unsurların daha kıymeti haiz olduğunu düşünebilir ancak son tahlilde bu ideolojinin yeniden üretimini yıkacak dinamik devrimci güç sınıf mücadelesinin kendisidir ve işçiler bu mücadelenin doğal neferleridir. Salınım halinde bir toplumsal mevcudiyeti bulunan küçük burjuvazi bu mücadelede safını nesnel yapılara olan tabiyeti dolayısıyla konjonktürel olarak bulur.).Birinciler önsel olarak küçük burjuvaziyi büyük burjuvazinin safına atıp baskıya(zulme) kör bakmakta, ikincilerse bu sınıfı genel bir halk-emekçi soyutlaması içinde çözüştürüp orta sınıfın kimi mensuplarına bir parti ya da örgüt kimliği vererek onları (kendilerini komünist ilan eden partiler türünden) proleter ilan etmektedir.

 

  Küçük burjuvaziye ilişkin sınıfsal tanımlamanın ekonomist biçimi toplumun bir bölümünün sömürüden payını alabilmek üzere yetiştirildiği, buna  yönelik spesifik bir eğitim aldığı yani kısaca “meslek” sahibi olduğunu unutmaya ya da hiç görmemeye meyillidir. Meslek meşgale ya da uğraş değildir. Sözcük batı dillerinde (İng. ve Fr. profession, Lat. professio) belli bir kalifikasyon gerektirmek anlamında profesyonellik sözcüğüyle aynı kökten gelir. Türk Dil Kurumu sözlüğü de mesleği “belli bir eğitim ile kazanılan sistemli bilgi ve becerilere dayalı...iş” olarak tanımlamaktadır. Bu, meslek sahibinin yaşam pratiğinin işçininkiyle arasındaki yarığın birincisinin belli bir  formasyon sahibi  olmasıyla açıldığını ifade eder. Zanaatçılar dışarıda tutuldukta, işçi ile emekçi yani çalışan arasındaki fark, çalışmanın en temel şeklinin, (işçinin aksine) maddenin biçim değiştirmesi eyleminde bulunmak değil ya birine maddeyi değiştirmesi yönünde talimat vermek ya da belki son söyleneni de kapsamak üzere maddenin (ya da maddi ilişkilerin) (fiziki, hukuki, pedagojik vs.) bilgisini (ya da işlevini) dolaylı ya da dolaysız paraya tahvil etmek olmasıdır. İşçi ile emekçi ya da meslek sahibi arasındaki ontolojik yarığı açan “formasyon” bu noktada işlerlik alanı bulur. Çalışmak maddeyi (maddi olanı) pazarlamaktır. Bu çalışanın(emekçinin ya da meslek sahibinin) bir pazara nesnel olarak gereksindiği anlamına gelir. Ancak maddeyi değiştiren (ve zanaatkardan farklı olarak, onun nihai ürünle toplumsal-psikolojik-ekonomik hatta ideolojik düzeylerde kurduğu bağları kurması olasılığı bulunmayan) işçinin pazardaki yeri bir zorunluluğun neticesidir. İşçi için pazar işgücünü satmak zorunda kaldığı bir hapishaneyken emekçi için ekmek kapısı ya da sınıf içi konumuna göre teknesidir. Kapı ya da tekne; emekçi-meslek sahibi pazarın yasalarının işlemesine bir biçimde muhtaçtır ancak tekelci kapitalizm döneminde bu yasaların dönüp dolaşıp onu da vurabileceğini ve ol sebepten rehabilitasyona tabi tutulabilirliğinin bir gereklilik olduğunu ideolojik planda kabul eder.


 

 

                                                                                                                                                                    M. Ocakçı