Savaş uçaklarınca Kürt gençlerinin bombalanmasının üzerinden beş ay geçmesine rağmen ne sorumlular belli olmuştur ne de devletlü hazretlerinden bir özür gelmiştir. Katliam korkunç, acılar büyük. Ancak bu katliam en çok Türk Milli Dindarlarına (Yeşil Kemalistlere) zarar vermiştir. Bu katliam nedeniyle takınılan tutum ve söylemler ile Türk Milli Dindarlığının İslam ile bir ilgisinin olmadığı, sonradan uydurulmuş bir din olduğu bir kez daha açığa çıkmıştır. Bu din sahiplerinin (hahamlarının) çokça Allah, İslam, Kur'an, Ahlak, Adalet konularına değinmesi ve sanki bunlara önem veriyor gözükmesi kendilerini dinleyen-izleyenlerin yanılmalarına sebep vermektedir. Bir çeşit saray-sofra uleması olarak istihdam edilen bu yeni din elemanlarının, bir katliamı meşrulaştırmak, zihinleri manipüle etme gayretlerinin bir örneğini değerlendireceğiz. Değerlendirmesini yapacağımız yazı, Selahattin E. Çakırgilin 03.06.2012 tarihinde haksözhaber'de yayınlanan ve "Uludere-New York hattında ‘sezarien, curetage‘ tartışmaları.." başlığı altındaki yazısının konumuz ile ilgili kısmıdır. Parantez içinde koyu renk ile yapılan eklemeler tarafımıza aittir...
***
Bir Amerikan gazetesi (WSJ), o bombardımanla ilgili bilgileri Türkiye‘ye Amerikan makamlarının verdiğini iddia ediyordu..
Hemen arkasından C.Başkanı Gül ve Başbakan Erdoğan bu iddiayı tamamen reddetmeyip, 4 saati aşkın bir izleme süreci içinde, 31 dakikalık da bir bölümün de Amerikan izlemesi olduğunu, ama kararın T.C. makamlarınca verildiğini net olarak belirttiler. Erdoğan ayrıca, hadisenin üzerinden 5 ay geçmek üzereyken, bu açıklamanın, yaklaşan Amerikan Başkanlık seçimleri öncesinde, Obama‘yı zayıflatmaya yönelik bir Amerikan iç siyaset taktiği olduğunu da söyledi.
Bu da olabilir, elbette.
Çünkü, 4 aya yakın zamandır tartışılan ve biraz yatışan o tartışma konusu, şimdi tekrar gündeme getirilmekle, Erdoğan‘ı vurmak isteyenlerin Amerika‘da da olabileceği düşünülebilir elbette. Hatırlanmalı ki, Amerika’da etkili Yahudi lobisinin Obama’yı, Erdoğan’ın her ‘No! / Hayır!‘ deyişine, ‘Yes, Sir (sör)! /Evet efendim!‘ diye teslim olmakla suçlamakta ve bu durum, İsrail rejimi medyasında da sık sık tekrarlanmakta. (Abartı dikkat çekici. Zannedersiniz ki Obama'nın haftalık harçlığını da Erdoğan veriyor. Hep "evet efendim" diyormuş. Fimlerdeki köşkün uşağı bile her zaman efendim demez, bazen sadece kafası ile onaylar. Ama biz biliyoruz ki örneğin Malatya'da kurulan Füze kalkanına yapılan eleştiri için Efendi Erdoğan; "Radar üssü kurulması Nato çerçevesi içinde bir süreçtir. Biz de bir NATO üyesi olmamız nedeniyle en uygun bölge olarak Türkiye’ye kurulması öneriliyor. Yer konusunda TSK ve Dışişleri çalışma yapıyor. Kalkanın Türkiye’yi sıkıntıya sokacak bir durumu yoktur" diyor. Nerde kaldı her şeye hayır dediği?)
Ve, günümüz dünyasında siyasî manevralar bir ülkelerin içiyle sınırlı değil.
Bu bakımdan, Erdoğan'ı içerde yıpratmak isteyenlerin de illâ T.C. sınırları içinden atış yapmasını beklemek komik olur.. (Çok komik. BOP eş başkanı olduğunu söyleyen, Irak'ta ABD ile birlikte savaşmak için çalışan Erdoğanı, tüm dünyanın hedefi yapmak asıl komiklik. Sanki yedi düvel yedi kıtada Erdoğan ile uğraşıyor da bize düşen de her hal ve vaziyette kendisine siper olmak!)
Erdoğan, o hadisenin veya karmaşık hesaplaşmaların içiçe bulunduğu o facianın hemen sonrasında, evet, iki arada-bir derede kalmış ve bir taraftan güvenlik güçlerini suçlamaktan kaçınmış, hem de o parçalanan insanların ailelerinin acısına alışılmışın dışında yüksek tazminatla az-biraz merhem sürmeye çalışmış ve hem de, konunun adlî soruşturmasını başlatmıştı. (Cümle nerden tutsan elinde kalıyor. Adli soruşturmalar res'en başlar. Soruşturmayı ne Erdoğan başlatmış ne de buna katkısı olmuştur. Bir soruşturmanın varlığını da [ne çıkar bilemeyiz] bir lütuf olarak sunuyor. Bir avukatın "davayı kaybettim ama, bastırdım temyiz hakkı kazandım" demesine benziyor. Tazminatı da yüksek tutmuş. Usta, ikide bir "tazminatsa tazminat" diyorsa kalfa da "yüksek tazminatla" övünür. Yakınlarının almadığı ve yüksek olması ile övünülen tazminat da öyle çok da yüksek değildir. Trafik kazalarında bile daha yüksek tazminat ödenir. İddia edilenin aksine öyle iki arada-bir derede kalma durumu da yoktur. Erdoğan katliamın hemen ertesinde Genelkurmay’a teşekkür etmiş, yakın bir zamanda da "bunu samimi bir şekilde" yaptığını açıklamıştır. Yazar, işine gelmediği için bu konulara hiç değinmiyor, yan çizmeyi tercih ediyor.)
‘Soruşturma niye bitmiyor?‘ diyenlere en iyi cevabı Amerikan gazetesinin yayını anlatmış olmalı. (Kimsenin 'soruşturma neden bitmiyor' dediği yok. Talep edilen bir özürdür. Ve "ustanın elemanı" bir özrü bile çok görmektedir. "İşin şu tarafı var, bu tarafı var" diyerek bir özrün gereksizliğini anlatmaya çalışmaktadır. "Erdoğanı istemeyenler var, işin içinde Batı var, İsrail var" diye çarpıtarak özrün bunların işine geldiğini, bunların dayatması olduğunu ima ediyor. Yani "Uludere istismarcıları" bu durumda "emperyalizmin uşağı-dış güçlerin oyuncağı" olmuş oluyor. Bir çeşit "tehlikenin farkında mısınız" propagandası.)
Yarınlarda, İsrail rejimi de benzer başka bir iddiayla devreye girerse hiç şaşılmamalıdır. (İsrail ne diyecek? Heronları ben vermedim mi diyecek? Uçaklar İran'a ait mi diyecek? Buna değinilmiyor. Ama olayın şöyle bir boyutu da var ve konunun bu tarafının hatırlanması yazarın pek de hoşuna gitmeyecektir: Bu da; katliamın dolaylı olarak İsrail'in işine geliyor olmasıdır. Hatırlanacağı üzere Mavi Marmara olayı nedeniyle İsrail özür baskısı altında idi. Hatta bir ara özür dilenecekti de özrün förmülü üzerinde tartışılıyordu. Erdoğan, Uludere için özür dilemediği için, "özür dile" diye İsrail'e de çağrı yapamamaktadır. Dikkat ederseniz Roboski katliamından beri Mavi Marmara ve özür konusu gündeme gelmemektedir. Hatta özür konusu gündeme gelir diye artık Gazze'den bile bahsedilmemektedir. Mavi Marmara olayının ikinci yıldönümünde Gazze'nin değil de özellikle Kudüs'ün ön plana çıkarılmasında bunun etkili olduğunu düşünüyorum.)
Çünkü, o facia öncesindeki bilgileri veren İHA (insansız hava araçları)‘nın ilk yapıcıları onlar ve elektronik yazılımları da onların elinde. Size verilen bilgiler ânında ve sizden de önce, onların eline geçiyor ve belki üzerinde bir takım oynamalar yapılıyor ve siz o verilere göre tavır geliştiriyorsunuz! (Eeee, madem bunları biliyorsunuz ne diye İsrail’den bu araçları alıyorsunuz. İsrail, bu şekilde tüm bölgeyi ve özellikle İran'ı gözetliyor olamaz mı? İsrail, bu araçları satarak savaşın sürmesini istiyor olamaz mı? Bu sorulara cevap vermek ustanın elemanlarının işine gelmez. Her gün İsrail'e küfredenler "İsrail'e neden para veriyoruz" demezler. İsrail'den nefret ederler, aldıkları silahları öve öve bitiremezler. Emperyalizme, siyonizme karşı olduklarını söylerler "ABD-İsrail bize niye silah veriyor" demezler. Emperyalizme karşı "cihat" yürütenlerin radar üslerine sessiz kalarak onay vermeleri dikkat çekicidir.)
Böylesine karmaşık bir meselede, sorumluluk makamında olmayı herhalde çoğu kimse istemez. Çünkü, bir taraftan, benzer şekillerde, sınırları, kaçakçı görünümünde aşıp gelen silahlı eylemciler, gelip askerî noktalara gerilla -çete savaşının bir parçası olarak baskınlar yapıyorlar, onlarca askeri katlediyor ve ülkeyi ayağa kaldırabiliyorlardı. Bu son durumda da öyle olmamış ve o hadiseden henüz iki ay kadar önce, 23 asker öldürülmemiş miydi? (Yazar, artık katliamı savunmak için dolaylı cümle kurma, olayı başka yönlere çekme derdinden kurtulmuştur. Usta, "yerdekiler Ahmet mi Mehmet mi bilemeyiz" dedikten sonra kalfanın işi rahatlamıştır. Şüphe varsa vuracaksın. Her ne kadar görüntüleri izleyenler "öldürülenlerin sivil olduğu açıkça belli" diyorsa da; onlara inanmayacaksın. Katliam yerinde inceleme yapanların, katliamdan kurtulanların, Roboski köylülerinin anlatımları yazar için anlamsızdır. Efendi olayı çözmüştür. Olay da çözüldüğüne göre ne soruşturulacak? Ne için özür dilenecek? Zaten ustanın bir diğer kalfası "özür dilenecek bir şey yok, ölmeselerdi yargılanacaklardı" dememiş miydi? “Diyelim ki ölenler gerçekten de "terörist". İlle de savaş uçağı ile vurmak mı gerekiyor, bunun başka bir yolu yok mu?” sorusu elemanların aklına gelmez. Gelse de pek de insani bir cevabı olmaz. Yazar, şüphe durumda vurmamanın değil, vurmanın gerekliliğini anlatma derdindedir.)
Ve o zaman, ‘Bu sınırlar niçin var, niye doğru dürüst korunmuyor?‘ diyenlerle, bu faciadan sonra, ‘Niye o bombardıman yapıldı?‘ diyenlerin aynı kişiler olduğu görülmedi mi? (Anlamsız bir soru ve çarpıtma daha. Yukarıda belirttik tekrarına gerek yok.)
Konunun üzerinden duygulara hitab ederek sonuç çıkarmak istenirse, kolay..
Ama, çetin bir konu.. Nitekim, o hadisenin hemen arkasından, bölgenin Jandarma Komutanı olan albay başta olmak üzere, bazı komutanlar tutuklandı; (Argo dilinde buna atmasyon diyorlar. Geçelim) Genelkurmay'daki asıl sorumlu merkezin başında bulunan bir general istifa edip, emekliye ayrıldı... (Büyük fedakarlık! Yazar, soruşturma bitene kadar şüphelilerin açığa alınmasını talep etmiyor. Çünkü; talep edilse usta şöyle diyecektir: Ama sadece şüphe var. Şüphe ile bombardımana evet, şüphe ile açığa almaya hayır. Ne diyelim?)
Buna rağmen, bazı çevreler, illâ da Hükûmet‘in özür dilemesinde ısrarlılar. Başbakan ise, hata yapıldığını kabul ediyor, soruşturmanın sürdüğünü belirtiyor ve facianın kurbanlarının yakınlarına ödenen yüksek meblağlar da esasen zımnen bir özür dilendiğini anlatmaya çalışıyor. (Yine başa geldik. "Tazminatını da verdik, daha ne istiyorlar?" Bu yazıyı okuyunca insanın aklına Yeni Şafak'tan Ali Akel geliyor. Başbakanı özür dilemeye çağırdığı için işine son verildi. Bir yazar başbakanı eleştirdiği için kapı dışarı ediliyor. İşte Tek Adam, İşte Yeni Kemalizm.)
Ama, henüz kanunî bakımdan (Yargı kast ediliyor. Yargıya, Erdoğan'ın kendisi güvenmiyor, biz niye güvenelim. Hem diyelim ki olayda Erdoğan'ın katkısı olduğu anlaşılırsa kendisi hakkında soruşturma açılabilecek mi? Bence yazarın asıl kaygısı bu) mahiyeti ortaya bütünüyle konmamış olan bir konuda özür diye tutturanların (vicdan sahiplerine yönelik bir aşağılama gayreti) varmak istedikleri hedef, tabiatiyle başka.
Kaldı ki, son 90 yıllık dönem içinde bu kanlı- irinli yarayı ve büyük sosyal buhranı halletmek açısından, ülkenin bugünkü fiilî durumu itibariyle, bu meseleyi (Hangi mesele? Erdoğan zaten Kürt sorunu yok diyor. Olmayan bir sorunu mu halledecek? İstanbul'da trafik sorunu yoktur diyen bu sorunu çözebilir mi?) en âdilane (ama nasıl?), mülayim (?) ve anlayışlı (Bu da izaha muhtaç) şekilde çözmek için mevcud yönetim-iktidar kadrosuna alternatif olabilecek bir başka şıkkın olmadığı da herhalde kabul edilecektir. (Hayır kabul etmiyoruz. Kürtlerin özgürlüğünü kabul etmeyeni de biz kabul etmiyoruz. Yazar bu son cümle ile milli şef özlemini dile giriyor. Yeni Kemalistlere de bu yakışır.)
Sonuç olarak; yazıda ustayı kurtaracak tek bir mantıklı cümle dahi bulunmamaktadır. Usta, padişahlığa geçebilmek için daha işe yarar elemanlara ihtiyaç duyacaktır. Eleman sıkıntısının olduğu açık değil mi?
Doğru tarafta onursal yerini almak isteyen birinin illâ Sn.ERDOĞAN'a biât etmesi gerekmemektedir. Şu Marx-bilimsel gerçekliğin tam idrâki içinde İSMET İNÖNÜ'ye biât etmesi de yeterlidir: Neo-Tanzimatçılık yolunu 1946 yılında İnönü açmıştır. Yola bilahare Menderes ve Ecevit'in döktükleri molozlar da KEMAL DERViŞ buldozeri ile kaldırılmıştır. Sn.Derviş Pembeköşk Sitesi'nde ikamet ederdi. Sn.ERDOĞAN'ın yürümekte olduğu nurlu-füruğlu yol İNÖNÜ yoludur.
YanıtlaSil