Naci Alluş


Filistinli entelektüel ve siyasi lider Naci Alluş Amman’da 77 yaşında vefat etti. Alluş 14 yıldır kısmi felçli idi ancak Arap ve Filistin davasına olan bağlılığını aktif bir biçimde sürdürüyordu.

Fetih’in Devrim Konseyi'nin eski bir üyesi olan Alluş devrimi yüzüstü bırakmakla suçladığı partisinden ayrılmıştı.

Fetih Alluş için yayımladığı başsağlığı mesajında onu “Milliyetçi Arap şairi, araştırmacısı ve eleştirmeni olarak tarif etti.

1935 yılında Bir Zeyt’te doğan Alluş Ramallah’ta okumuş ve bilahare Ürdün’de, Kuveyt’te, Lübnan’da, Irak’ta ve Suriye’de evvela öğretmen sonra ise gazeteci olarak çalışmıştı.

Kadife Tenli Zamanlara


şimdi artık vakit yok gülüm
vakit yok ağlamaya, üzülmeye, gülmeye
şimdi artık savaş zamanıdır
bırakıp sevdamızı kadife tenli zamanlara
ellerimiz ellerimizin sıcaklığını kaybetmeden
sarılıp soğuk tenine silahın
o kutsal ateşin sıcaklığını
hissetmeliyiz tüm benliğimizle
bilirim bir bahar sabahı
seninle el ele verip
kırlarda dolaşmanın hazzını
bilirim sırt sırta verip türküler söylemeyi
hem de en güzelinden
en çoşkulusundan
en sevdalısından
bilirim bir nisan yagmurunda
sırılsıklam ıslanmaya aldırmadan
kalbinde sevdayla tükenmeyi
adım adım karış karış
bilirim gözlerinin güzelliğini
bilirim bir anne şevkatiyle okşayan sıcaklığını
bilirim çiçeklerin en renklisini en kokulusunu
bilirim bu dünya güzel
bilirim bu dünya yaşanası
bilirdi daha on sekizine varmadan
cephede savaşan cephede ölen çocuklar
bilirdi hiroşimada atomdan kavrulanlar
etiyopyada açlıktan ölenler de bilir
kim bilmez ki...
ama gülüm
ama birtanem
ama sevdiğim
bak yanıyor dünya
bak ölüyor insanlar
şimdi artık savaş zamanıdır
bırakıp sevdamızı kadife tenli zamanlara
ellerimiz ellerimizin sıcaklığını kaybetmeden
sarılıp soguk tenine silahın
o kutsal ateşin sıcaklığını
hissetmeliyiz tüm benligimizle....

Mamak'ta Yıkım ve Direniş

Kapitalizm Artık Özgürlüğü Kaldıramaz*

Marks’ın Kapital’ini yakın tarihli yeniden okumasında Fredric Jameson, dünya pazarının kalıtsal çelişkisini belirliyor: işsizliği (giderek daha fazla işçi yararsız hale geliyor) üreten şey kapitalizmin başarısından (yüksek verimlilik vb.) başka bir şey değil, dolayısıyla bir lütuf olması gereken şey (daha az ağır iş gerekiyor) lanet haline geliyor.
Jameson’un sözleriyle, dünya pazarı bu nedenle “herkesin bir zamanlar üretken işçi olduğu ve emeğin her yerde kendi fiyatını sistemin üzerine çıkarmaya başladığı bir alan.” Yani, süregiden kapitalist küreselleşme sürecinde, işsiz kategorisi, klasik “yedek işgücü ordusu” mefhumunun ötesinde yeni bir boyut kazanıyor ve artık şunları içermeli:

“Dünyanın dört bir yanındaki, ‘tarihin dışına düşmüş’, Birinci Dünya kapitalizminin modernleşme projelerinden bilinçli olarak dışlanmış ve ümitsiz vaka olarak üstü çizilmiş olan kalabalık nüfuslar.”

Bu nedenle, sözde “aciz devletler” denilen (Kongo ve Somali gibi) işsizleri, kıtlık veya ekolojik felaket kurbanlarını, uydurma-arkaik “etnik düşmanlıklar” arasında sıkışıp kalmışları, hayırseverlik veya “teröre karşı savaşın” hedefindekileri de veya (sıklıkla aynı insanlar) buna dahil etmeliyiz.

Bu nedenle işsiz kategorisi, geçici işsizlerden artık istihdam edilemez ve kalıcı olarak işsiz olanlara, varoşlarda ve diğer türlü gettolarda yaşayanlara (yani Marks’ın kendisinin de “lümpen proleter” olarak sıklıkla tüm o devre dışı bıraktıkları) ve son olarak da, eski haritalardaki boş alanlar gibi küresel kapitalist süreçten dışlanmış nüfuslara ve devletlere kadar, küresel nüfusun geniş bir aralığını kapsayacak şekilde genişletilmeli.

“İşsiz” çemberindeki bu genişleme, bir zamanlar tarihin hareketsiz arka planında kalanların, özgürlük mücadelesinin potansiyel bir temsilcisi haline geldiği gerçeğine işaret etmiyor mu? Marks’ın 18. Brumaire’de Fransız köylülerini nasıl karakterize ettiğini hatırlayın:

“Fransız ulusunun büyük kitlesi, aynı cinsten büyüklüklerin basit bir toplamı ile, hemen hemen patates dolu bir çuvalın bir çuval patates meydana getirmesi gibi, aynı biçimden oluşmuştur… Küçük köylüler arasında ancak yerel, yani yaşadıkları yerden ileri gelen bir bağ olduğu ve onların çıkarlarının benzeşmesi onlar arasında hiçbir ortaklık, hiçbir ulusal bağ, hiçbir siyasal örgütlenme yaratmadığı ölçüde de bir sınıf meydana getirmezler. Bunun içindir ki, onlar, kendi sınıf çıkarlarını kendi adlarına, ister bir parlamentonun aracılığı ile, ister bir meclisin aracılığı ile savunacak durumda değildirler. Onlar, kendi kendilerini temsil edemezler, temsil edilmek zorundadırlar.”

Büyük yirminci yüzyıl devrimci köylü hareketlerinde (Çin’den Bolivya’ya dek), tarihsel süreçten dışlanmış bu “patates çuvalları” kendi kendilerini aktif şekilde temsil etmeye başladılar.

Ancak Jameson sonrasında, bu yeni “işsiz” kategorisinin kendisinin bir kapitalist sömürü formu oluşturduğuna ilişkin kritik bir gözlemde bulunuyor – sömürülenler artık sadece, sermaye tarafından ayrılan artı değeri üreten işçileri değil, aynı zamanda, coğrafi alanlar ve hatta ulus devletler dahil, sömürülen ücretli işgücü kapitalist anaforuna yakalanmaları yapısal olarak engellenenleri de içeriyor.

Bu, ardından, sömürü kavramını yeniden düşünmemizi gerektiriyor. Bugün, sömürülenler yalnızca üreten ya da “yaratanlar” değil, aynı zamanda (ve hatta daha bile) “yaratmamaya” mahkum olanlar. Burada her şey, kapitalist mekanizmanın yalnızca işçilere ihtiyaç duymakla kalmayıp, aynı zamanda iş bulamayanlardan bir “yedek ordu” da yarattığı gerçeğine dayanıyor: ikincisi basit şekilde sermaye dolaşımının dışında değil, bu dolaşım tarafından, etkin şekilde, çalışmıyor olarak üretiliyor.

Sömürü üzerine bu vurgu kaymasının önemi, onu postmodern “mikro-iktidar politikasının” farklı versiyonlarının favori motifine, egemenliğe karşıtladığımızda net hale geliyor. Basitçe söylemek gerekirse, Michel Foucault ile Giorio Agamen’in etkili teorileri yetersiz kalıyor: egemenliğin düzenleyici iktidar mekanizmalarına ilişkin tüm ayrıntılı değerlendirmeleri, çıplak hayat, homo sacer (kutsal insan) vb. kavramları ile birlikte, sömürünün merkezde olmasına dayandırılmak (veya sömürü merkezlilikle sağlanmak) zorunda. Jameson’un haklı olarak ısrar ettiği üzere, ekonomiye bu referans olmaksızın, egemenliğe karşı mücadelenin anlamı şu olacaktır:

“üretim tarzının böylesi bir dönüşümünden ziyade anlık ayaklanmalara ve direniş eylemlerine yol açan esasen moral ya da etik bir mücadele.”

Yani, egemenliğe vurgunun sonucu demokratik bir programdır, sömürüye vurgunun sonucu ise komünist bir program. Burada, Üçüncü Dünya’nın dehşetini egemenliğin etkileri açısından tanımlamanın sınırı yatar: amaç demokrasi ve özgürlük haline gelir.

Bu egemenlik kavramının kaydetmeyi başaramadığı şey, sömürünün yalnızca kapitalizmde “nötralize edildiği,” ekonominin işleyişine kazındığıdır. Egemenlik, ekonomi dışı baskının ve şiddetin sonucu değildir ve bu nedenle, kapitalizmde, kişisel özgürlük ve eşitliğe sahibizdir: doğrudan toplumsal egemenliğe gerek yoktur çünkü egemenlik halihazırda üretim sürecinin yapısına kazınmıştır.

İşte bu yüzden artı değer kategorisi kritiktir: Marks daima, işçi ile kapitalist arasındaki değişimin, meta olarak emek güçlerinin tam karşılığını alan işçilerin algısında (kural olarak) “adil” olduğunu vurgulamıştır. Burada doğrudan bir “sömürü” yoktur – yani işçiler “kapitaliste sattıkları metanın tam değerini almıyor” değillerdir. Bu yüzden piyasa ekonomisindeyken, de facto bağımsız kalırım, bu bağımsızlık yine de “medenidir,” doğrudan kölelik ve hatta fiziksel zorlama formunun yerine, benimle diğer kişiler arasında “serbest” piyasa değişimi şeklinde realize olur.

Ayn Rand ile dalga geçmek kolay, ancak Atlas Shrugged (Atlas Silkindi, Plato Film Yayınları) kitabındaki ünlü “para marşında” bir gerçeklik payı var:

“Paranın tüm iyiliğin kökeni olduğunu keşfedene dek ve keşfetmedikçe, kendi yıkımınızı istersiniz. Para insanların birbiri ile alışverişindeki araç olmaktan çıktığında, insanlar diğer insanların aracı haline gelir. Ya kan, sopa ve silah ya da dolar. Tercihinizi yapın – başka seçenek yok.”

Marks, metalar evreninde, “insanlar arasındaki ilişkilerin şeyler arasındaki ilişkiler kılığına” nasıl büründüğüne dair iyi bilinen formülünde benzer bir şey söylememiş miydi? Piyasa ekonomisinde, insanlar arasındaki ilişkiler karşılıklı olarak tanınmış özgürlük ve eşitlik ilişkileri olarak görülebilir: egemenlik artık böyle bir şekilde doğrudan kullanılmaz ve görünmez.

Egemenliğe liberal yanıt tanımadır – dolayısıyla tanıma, Jameson’a göre, “çeşitli grupların barışçıl ve seçim yoluyla ganimeti bölüştüğü çokkültürlü bir düzende bir pay haline gelir.” Tanımanın özneleri sınıflar değil (proletaryanın kolektif bir özne olarak tanınması talebi anlamsızdır – bunu yapacaksa, sınıfların karşılıklı tanınmasını talep ederek faşizm yapar). Tanınmanın özneleri ırk, cinsiyet vb. ile tanımlananlardır – tanınma politikası, burjuva sivil toplumun çerçevesi içinde kalır, sınıf politikasının değil.

Çağdaş solun yinelenen öyküsü, evrensel coşku ile seçilen ve “yeni bir dünya” vaat eden bir liderin veya partinin öyküsüdür (Güney Afrika’da Mandela’yı veya Brezilya’da Lula’yı ele alın) – ancak, ardından, er ya da geç, kilit ikilemle yüz yüze kalırlar: kapitalist mekanizmaya bulaşmaya cüret etmek mi yoksa sadece “oyunu oynamak” mı? Biri mekanizmayı rahatsız ederse, piyasa tedirginlikleri, ekonomik kaos vb. tarafından seri şekilde “cezalandırılır.”

Bu yüzden antikapitalizmin siyasal eylemin doğrudan amacı olamayacağı doğru olmasına rağmen – politikada, somut siyasal aracılara ve eylemlerine muhalif olunur, anonim bir “sisteme” değil – burada Lacan’cı gaye ve hedef ayrımını uygulamamız gerekir: antikapitalizm, özgürleştirici politikanın acil gayesi değilse bile, nihai hedefi, tüm faaliyetinin ufku olmalıdır.

Marks’ın “ekonomi politiğin eleştirisi” kavramının dersi bu değil mi? Ekonomi alanı apolitik gibi görünse bile, “siyasal mücadelenin gizli referans noktası ve yapılandırma ilkesidir.”

Rand’a dönersek, problematik olan altta yatan önermesi: tüm alternatiflerin ütopik denilerek devre dışı bırakıldığı ve tek tercihin doğrudan ve dolaylı egemenlik ve sömürü ilişkileri arasında olduğu önermesi. Ancak, söylemiş olduğum gibi, yine de Rand’ın aksi halde saçma ölçüde ideolojik olacak iddiasındaki gerçeklik anını kabul etmeliyiz: devlet sosyalizminin gerçekten de, özel mülkiyetin ve piyasa tarafından düzenlenen değişimin derhal kaldırılmasının, üretim sürecinin somut toplumsal düzenleme biçimlerinin yokluğunda, doğrudan esaret ve egemenlik ilişkilerini bilinçli olarak hortlattığı.

Fredric Jameson’un kendisi, bu nokta açısından yetersiz kalıyor. Kapitalist sömürünün demokrasi ile ne gibi bir uyuşması olduğuna, yasal özgürlüğün sömürü biçiminin kendisi olabildiğine odaklanarak, solun yirminci yüzyıl deneyiminin acı derslerini görmezden geliyor: üretim ve bölüşümde uygun bir komünist örgütlenme biçimi koymaksızın sadece piyasayı ortadan kaldırırsak (piyasa sömürüsü dahil), egemenlik ve onunla beraber de doğrudan sömürü intikam için geri dönüyor.

Durumu daha da karmaşıklaştıran şey, küresel kapitalizmdeki boş alanların yükselişinin kendi içinde kapitalizmin özgürlük ve demokrasiye dayalı evrensel idare şeklini artık kaldıramayacak olduğu, giderek artan şekilde dışlamayı ve egemenliği gerektirdiği.

Çin’deki Tien An Mien baskını vakası, buna örnek niteliğindedir: zalim askeri müdahale ile ezilen, liberal demokratik kapitalist düzene hızlı bir giriş beklentisi değil, daha demokratik ve daha adil bir topluma dair gerçekten ütopik olasılıktı. Vahşi kapitalizmin 1990 sonrasındaki patlaması, bu nedenle demokratik olmayan Parti düzeninin yeniden tasdik edilmesi ile el ele gitti. Erken modern İngiltere üzerine klasik Marksist tezi hatırlayın: politik iktidarı aristokrasiye bırakmak ve ekonomik iktidarı kendisine almak burjuvazinin kendi çıkarınaydı. Belki de bugün Çin’de benzer bir şey yaşanıyor: siyasal gücü Komünist Parti’ye bırakmak yeni kapitalistlerin çıkarına.

Bu, elbette, İşgal hareketi sonrasında, periferide (Ortadoğu ve Yunanistan’da) başlayan protestolar, merkeze (ABD’ye ve İngiltere’ye) yayıldığında ve ardından güç kazanıp dünya çapında katlandığında ne yapılacağı sorusunu akla getiriyor hemen.

Bu aşamada direnilmesi gereken şey tam olarak, protesto enerjisinin hızla bir dizi “somut” pratik talebe tercüme edilmesi. Protestolar bir boşluk yarattılar – hegemonik ideoloji alanında bir boşluk ve bu boşluğun düzgün bir şekilde doldurulması için zaman gerekiyor, gebe olduğundan, gerçekten Yeni olana bir açılım.

Aklımızdan hiç çıkarmamamız gereken şey, herhangi bir tartışmanın mecburen düşmanın çöplüğünde bir tartışma olarak kalacak olması: yeni içeriğin yayılması için zaman lazım. Şimdi söylediğimiz her şey sisteme entegre edilebilir, uygun hale getirilebilir ve geri dönüştürülebilir – sessizliğimiz hariç her şey. Bu sessizlik, diyalog kurmayı, açıklık getirmeyi bu reddediş, bizim “terör”ümüzdür – olması gerektiği gibi meşum ve netameli.

Herman Meelville’in sembolik Bartleby figürünü çağrıştırarak, Wall Street’i İşgal Et protestocuları, sermayenin ve dolaşımının dansına katılmamayı tercih ettiklerini söylemekle kalmıyorlar, aynı zamanda (“bizim” adaylarımız için) kritik oy vermemeyi ya da herhangi bir “yapıcı diyalog” biçimine katılmamayı da tercih ediyorlar. Bu Yeni için alan açan, en saf haliyle çıkarma, tüm kalitatif farkların saf bir formel minimal farka indirgenmesi tavrıdır.

Tutarlı bir programa sahip olmayan bir uluslararası protesto hareketinin ortaya çıkması kazara değildir: daha derin, açık bir çözümü olmayan bir krizin yansımasıdır. Durum psikanalizinkine benzer, hasta yanıtı bilir (semptomları böyle yanıtlardır) ancak soruyu bilmez. Doğru sorunun ortaya çıkması ancak hasta analiz çalışması üzerinden olur.

Müteveffa Demokratik Alman Cumhuriyeti’nden kalma eski bir fıkra var. Bir Alman işçi Siberya’da iş bulur. Mektuplarının okunup sansürleneceğinin farkında olarak, arkadaşlarına şunu söyler:

“Bir şifremiz olsun. Benden mavi mürekkeple yazılmış bir mektup alırsanız doğrudur; kırmızı mürekkeple yazılmışsa yalandır.”

Bir ay sonra, dostları ilk mektubunu alırlar, mavi mürekkeple yazılmıştır:

“Burada her şey harika: dükkanlar dolu, yemek bol, apartmanlar büyük ve doğru düzgün ısınıyor, film salonlarında Batı filmleri gösteriliyor, takılabileceğim bir sürü güzel kız var – olmayan tek şey, kırmızı mürekkep.”

Durumumuz aynen bu değil mi? Batı’da, her türlü özgürlüğe sahibiz – eksik tek şey “kırmızı mürekkep.” Yani, kendimizi özgür hissediyoruz çünkü özgür olmayışımızı dile getirecek dile sahip değiliz.

Belki de, o zaman, aydınların rolü bu: protestocuların taleplerini dinlememek ve net yanıtlar vermemek – protestocular yanıtın kendisi – bunun yerine doğru sorular ortaya atmak. Yani protestoculara kırmızı mürekkep vermek.

                                                                                                                                                                                Slavoj Zizek

 *dunyadanceviri.wordpress.com sitesinden alınmıştır.

Kemalist Türk Milli Dindarlığında Ara Eleman Sıkıntısı

Savaş uçaklarınca Kürt gençlerinin bombalanmasının üzerinden beş ay geçmesine rağmen ne sorumlular belli olmuştur ne de devletlü hazretlerinden bir özür gelmiştir. Katliam korkunç, acılar büyük. Ancak bu katliam en çok Türk Milli Dindarlarına (Yeşil Kemalistlere) zarar vermiştir. Bu katliam nedeniyle takınılan tutum ve söylemler ile Türk Milli Dindarlığının İslam ile bir ilgisinin olmadığı, sonradan uydurulmuş bir din olduğu bir kez daha açığa çıkmıştır. Bu din sahiplerinin (hahamlarının) çokça Allah, İslam, Kur'an, Ahlak, Adalet konularına değinmesi ve sanki bunlara önem veriyor gözükmesi kendilerini dinleyen-izleyenlerin yanılmalarına sebep vermektedir. Bir çeşit saray-sofra uleması olarak istihdam edilen bu yeni din elemanlarının, bir katliamı meşrulaştırmak, zihinleri manipüle etme gayretlerinin bir örneğini değerlendireceğiz. Değerlendirmesini yapacağımız yazı, Selahattin E. Çakırgilin 03.06.2012 tarihinde haksözhaber'de yayınlanan ve "Uludere-New York hattında ‘sezarien, curetage‘ tartışmaları.." başlığı altındaki yazısının konumuz ile ilgili kısmıdır. Parantez içinde koyu renk ile yapılan eklemeler tarafımıza aittir...

***
Bir Amerikan gazetesi (WSJ), o bombardımanla ilgili bilgileri Türkiye‘ye Amerikan makamlarının verdiğini iddia ediyordu..

Hemen arkasından C.Başkanı Gül ve Başbakan Erdoğan bu iddiayı tamamen reddetmeyip,  4 saati aşkın bir izleme süreci içinde, 31 dakikalık da bir bölümün de Amerikan izlemesi olduğunu, ama kararın T.C. makamlarınca verildiğini net olarak belirttiler. Erdoğan ayrıca, hadisenin üzerinden 5 ay geçmek üzereyken,  bu açıklamanın,  yaklaşan Amerikan Başkanlık seçimleri öncesinde, Obama‘yı zayıflatmaya yönelik bir Amerikan iç siyaset taktiği olduğunu da söyledi.

Bu da olabilir, elbette.

Çünkü, 4 aya yakın zamandır tartışılan ve biraz yatışan o tartışma konusu, şimdi tekrar gündeme getirilmekle, Erdoğan‘ı vurmak isteyenlerin Amerika‘da da olabileceği düşünülebilir elbette. Hatırlanmalı ki, Amerika’da etkili Yahudi lobisinin Obama’yı, Erdoğan’ın her ‘No! / Hayır!‘  deyişine, ‘Yes, Sir (sör)! /Evet efendim!‘ diye teslim olmakla suçlamakta ve bu durum, İsrail rejimi medyasında da sık sık tekrarlanmakta. (Abartı dikkat çekici. Zannedersiniz ki Obama'nın haftalık harçlığını da Erdoğan veriyor. Hep "evet efendim" diyormuş. Fimlerdeki köşkün uşağı bile her zaman efendim demez, bazen sadece kafası ile onaylar. Ama biz biliyoruz ki örneğin Malatya'da kurulan Füze kalkanına yapılan eleştiri için Efendi Erdoğan; "Radar üssü kurulması Nato çerçevesi içinde bir süreçtir. Biz de bir NATO üyesi olmamız nedeniyle en uygun bölge olarak Türkiye’ye kurulması öneriliyor. Yer konusunda TSK ve Dışişleri çalışma yapıyor. Kalkanın Türkiye’yi sıkıntıya sokacak bir durumu yoktur" diyor. Nerde kaldı her şeye hayır dediği?)

Ve,  günümüz dünyasında siyasî manevralar bir ülkelerin içiyle sınırlı değil.

Bu bakımdan, Erdoğan'ı içerde yıpratmak isteyenlerin de illâ T.C. sınırları içinden atış yapmasını beklemek komik olur.. (Çok komik. BOP eş başkanı olduğunu söyleyen, Irak'ta ABD ile birlikte savaşmak için çalışan Erdoğanı, tüm dünyanın hedefi yapmak asıl komiklik. Sanki yedi düvel yedi kıtada Erdoğan ile uğraşıyor da bize düşen de her hal ve vaziyette kendisine siper olmak!)

Erdoğan, o hadisenin veya karmaşık hesaplaşmaların içiçe bulunduğu o facianın hemen sonrasında, evet, iki arada-bir derede kalmış ve bir taraftan güvenlik güçlerini suçlamaktan kaçınmış, hem de o parçalanan insanların ailelerinin acısına alışılmışın dışında yüksek tazminatla az-biraz merhem sürmeye çalışmış ve hem de, konunun adlî soruşturmasını başlatmıştı. (Cümle nerden tutsan elinde kalıyor. Adli soruşturmalar res'en başlar. Soruşturmayı ne Erdoğan başlatmış ne de buna katkısı olmuştur. Bir soruşturmanın varlığını da [ne çıkar bilemeyiz] bir lütuf olarak sunuyor. Bir avukatın "davayı kaybettim ama, bastırdım temyiz hakkı kazandım" demesine benziyor. Tazminatı da yüksek tutmuş. Usta, ikide bir "tazminatsa tazminat" diyorsa kalfa da "yüksek tazminatla" övünür. Yakınlarının almadığı ve yüksek olması ile övünülen tazminat da öyle çok da yüksek değildir. Trafik kazalarında bile daha yüksek tazminat ödenir. İddia edilenin aksine öyle iki arada-bir derede kalma durumu da yoktur. Erdoğan katliamın hemen ertesinde Genelkurmay’a teşekkür etmiş, yakın bir zamanda da "bunu samimi bir şekilde" yaptığını açıklamıştır. Yazar, işine gelmediği için bu konulara hiç değinmiyor, yan çizmeyi tercih ediyor.)

‘Soruşturma niye bitmiyor?‘ diyenlere en iyi cevabı Amerikan gazetesinin yayını anlatmış olmalı. (Kimsenin 'soruşturma neden bitmiyor' dediği yok. Talep edilen bir özürdür. Ve "ustanın elemanı" bir özrü bile çok görmektedir. "İşin şu tarafı var, bu tarafı var" diyerek bir özrün gereksizliğini anlatmaya çalışmaktadır. "Erdoğanı istemeyenler var, işin içinde Batı var, İsrail var" diye çarpıtarak özrün bunların işine geldiğini, bunların dayatması olduğunu ima ediyor. Yani "Uludere istismarcıları" bu durumda "emperyalizmin uşağı-dış güçlerin oyuncağı" olmuş oluyor. Bir çeşit "tehlikenin farkında mısınız" propagandası.)

Yarınlarda, İsrail rejimi de benzer başka bir iddiayla devreye girerse hiç şaşılmamalıdır. (İsrail ne diyecek? Heronları ben vermedim mi diyecek? Uçaklar İran'a ait mi diyecek? Buna değinilmiyor. Ama olayın şöyle bir boyutu da var ve konunun bu tarafının hatırlanması yazarın pek de hoşuna gitmeyecektir: Bu da; katliamın dolaylı olarak İsrail'in işine geliyor olmasıdır. Hatırlanacağı üzere Mavi Marmara olayı nedeniyle İsrail özür baskısı altında idi. Hatta bir ara özür dilenecekti de özrün förmülü üzerinde tartışılıyordu. Erdoğan, Uludere için özür dilemediği için, "özür dile" diye İsrail'e de çağrı yapamamaktadır. Dikkat ederseniz Roboski katliamından beri Mavi Marmara ve özür konusu gündeme gelmemektedir. Hatta özür konusu gündeme gelir diye artık Gazze'den bile bahsedilmemektedir. Mavi Marmara olayının ikinci yıldönümünde Gazze'nin değil de özellikle Kudüs'ün ön plana çıkarılmasında bunun etkili olduğunu düşünüyorum.)

Çünkü, o facia öncesindeki bilgileri veren İHA (insansız hava araçları)‘nın ilk yapıcıları onlar ve  elektronik yazılımları da onların elinde. Size verilen bilgiler ânında ve sizden de önce, onların eline geçiyor ve belki üzerinde bir takım oynamalar yapılıyor ve siz o verilere göre tavır geliştiriyorsunuz! (Eeee, madem bunları biliyorsunuz ne diye İsrail’den bu araçları alıyorsunuz. İsrail, bu şekilde tüm bölgeyi ve özellikle İran'ı gözetliyor olamaz mı? İsrail, bu araçları satarak savaşın sürmesini istiyor olamaz mı? Bu sorulara cevap vermek ustanın elemanlarının işine gelmez. Her gün İsrail'e küfredenler "İsrail'e neden para veriyoruz" demezler. İsrail'den nefret ederler, aldıkları silahları öve öve bitiremezler. Emperyalizme, siyonizme karşı olduklarını söylerler "ABD-İsrail bize niye silah veriyor" demezler. Emperyalizme karşı "cihat" yürütenlerin radar üslerine sessiz kalarak onay vermeleri dikkat çekicidir.)

Böylesine karmaşık bir meselede, sorumluluk makamında olmayı herhalde çoğu kimse istemez. Çünkü, bir taraftan,  benzer şekillerde, sınırları, kaçakçı görünümünde aşıp gelen silahlı eylemciler, gelip askerî noktalara gerilla -çete savaşının bir parçası olarak baskınlar yapıyorlar, onlarca askeri katlediyor ve ülkeyi ayağa kaldırabiliyorlardı. Bu son durumda da öyle olmamış ve o hadiseden henüz iki ay kadar önce, 23 asker öldürülmemiş miydi? (Yazar, artık katliamı savunmak için dolaylı cümle kurma, olayı başka yönlere çekme derdinden kurtulmuştur. Usta, "yerdekiler Ahmet mi Mehmet mi bilemeyiz" dedikten sonra kalfanın işi rahatlamıştır. Şüphe varsa vuracaksın. Her ne kadar görüntüleri izleyenler "öldürülenlerin sivil olduğu açıkça belli" diyorsa da; onlara inanmayacaksın. Katliam yerinde inceleme yapanların, katliamdan kurtulanların, Roboski köylülerinin anlatımları yazar için anlamsızdır. Efendi olayı çözmüştür. Olay da çözüldüğüne göre ne soruşturulacak? Ne için özür dilenecek? Zaten ustanın bir diğer kalfası "özür dilenecek bir şey yok, ölmeselerdi yargılanacaklardı" dememiş miydi? “Diyelim ki ölenler gerçekten de "terörist". İlle de savaş uçağı ile vurmak mı gerekiyor, bunun başka bir yolu yok mu?” sorusu elemanların aklına gelmez. Gelse de pek de insani bir cevabı olmaz. Yazar, şüphe durumda vurmamanın değil, vurmanın gerekliliğini anlatma derdindedir.)

Ve o zaman, ‘Bu sınırlar niçin var, niye doğru dürüst korunmuyor?‘ diyenlerle, bu faciadan sonra, ‘Niye o bombardıman yapıldı?‘  diyenlerin aynı kişiler olduğu görülmedi mi? (Anlamsız bir soru ve çarpıtma daha. Yukarıda belirttik tekrarına gerek yok.)

Konunun üzerinden duygulara hitab ederek sonuç çıkarmak istenirse, kolay..

Ama, çetin bir konu.. Nitekim, o hadisenin hemen arkasından, bölgenin Jandarma Komutanı olan albay başta olmak üzere, bazı komutanlar tutuklandı; (Argo dilinde buna atmasyon diyorlar. Geçelim) Genelkurmay'daki asıl sorumlu merkezin başında bulunan bir general istifa edip, emekliye ayrıldı... (Büyük fedakarlık! Yazar, soruşturma bitene kadar şüphelilerin açığa alınmasını talep etmiyor.  Çünkü; talep edilse usta şöyle diyecektir: Ama sadece şüphe var. Şüphe ile bombardımana evet, şüphe ile açığa almaya hayır. Ne diyelim?)

Buna rağmen, bazı çevreler, illâ da Hükûmet‘in özür dilemesinde ısrarlılar.  Başbakan ise, hata yapıldığını kabul ediyor, soruşturmanın sürdüğünü belirtiyor ve facianın kurbanlarının yakınlarına ödenen yüksek meblağlar da esasen zımnen bir özür dilendiğini anlatmaya çalışıyor. (Yine başa geldik. "Tazminatını da verdik, daha ne istiyorlar?" Bu yazıyı okuyunca insanın aklına Yeni Şafak'tan Ali Akel geliyor. Başbakanı özür dilemeye çağırdığı için işine son verildi. Bir yazar başbakanı eleştirdiği için kapı dışarı ediliyor. İşte Tek Adam, İşte Yeni Kemalizm.)

Ama, henüz kanunî bakımdan (Yargı kast ediliyor. Yargıya, Erdoğan'ın kendisi güvenmiyor, biz niye güvenelim. Hem diyelim ki olayda Erdoğan'ın katkısı olduğu anlaşılırsa kendisi hakkında soruşturma açılabilecek mi? Bence yazarın asıl kaygısı bu)  mahiyeti ortaya bütünüyle konmamış olan bir konuda özür diye tutturanların (vicdan sahiplerine yönelik bir aşağılama gayreti) varmak istedikleri hedef, tabiatiyle başka.

Kaldı ki, son 90 yıllık dönem içinde bu  kanlı- irinli yarayı ve büyük sosyal buhranı halletmek açısından, ülkenin bugünkü fiilî durumu itibariyle, bu meseleyi (Hangi mesele? Erdoğan zaten Kürt sorunu yok diyor. Olmayan bir sorunu mu halledecek? İstanbul'da trafik sorunu yoktur diyen bu sorunu çözebilir mi?) en âdilane (ama nasıl?),  mülayim (?) ve  anlayışlı (Bu da izaha muhtaç) şekilde çözmek için mevcud yönetim-iktidar kadrosuna  alternatif olabilecek bir başka şıkkın olmadığı da herhalde kabul edilecektir. (Hayır kabul etmiyoruz. Kürtlerin özgürlüğünü kabul etmeyeni de biz kabul etmiyoruz. Yazar bu son cümle ile milli şef özlemini dile giriyor. Yeni Kemalistlere de bu yakışır.)

Sonuç olarak; yazıda ustayı kurtaracak tek bir mantıklı cümle dahi bulunmamaktadır. Usta, padişahlığa geçebilmek için daha işe yarar elemanlara ihtiyaç duyacaktır.  Eleman sıkıntısının olduğu açık değil mi?
                                                                                                                                                                               Sinan Aslan