İstanbul İslamcılığı Düşerken

Türkiye’de sosyo-politik olarak her zaman önemli bir imkâna ve toplum nezdinde vahyi referansları hasebiyle diğer siyasal ideolojilerin kolay kolay sahip olamayacağı bir meşruiyete sahip bulunan İslamcılık, son yıllarda hızlı bir erime süreci yaşıyorsa, bu sorun üzerinde ciddi ciddi tartışmak gerektiği kanaatindeyim.

İslami uyanış sürecinden uyuşma sürecine doğru gerilemenin nedenleri nelerdir? İslamcılık neden siyasal bir direnişe dönüşememiş de kültürel cemaatleşmeye razı olmuştur? İslami kimlik, tevhidi duruş, Müslümanca tavır gibi ifadeler neden giderek altı boşalan romantik ve karşılıksız ifadelere dönüşmektedir?

Sorular çoğalabilir ama sorun bellidir: Ana akım İslamcılık –ki tarihsel süreçte bu daha çok İstanbul merkezli gelişmiş, şehirli ve daha çok orta sınıf bir tabana yaslanan ve İstanbul İslamcılığı olarak tanımlayabileceğimiz bir akımdır- neden zayıflamakta, istikametini kaybetmekte ve bir girdapta dibe doğru döne döne ilerlemektedir?

28 Şubat sürecinin bu noktada bir kırılma anı olduğunu belirtebiliriz. Bu süreçte İslamcılığın, iddia edilenin aksine, siyasallaşamadığı, devlet iktidarına karşısında siyasal bir harekete dönüşemediği, uyanış sürecine öncülük edecek bir misyonun gereğini yerine getirecek kapasiteyi taşımadığını acı tecrübelerle öğrendik.

İslamcılık, bu sürece kadar yaşadığı topluma paralel bir hayat tasavvur etmiş, toplumdan kopardığı tekilleri kendi cemaatsel gettolarına dâhil ederek çoğalmanın ve böylece toplumsal bir dönüşümün gerçekleştirilebileceğinin mümkün olduğuna inanmıştı Bu yüzünü topluma dönüp de onun gerçekliğini ve mahiyetini layıkıyla göremeyen bir hale işaret ediyordu.

28 Şubat İslamcılığın gözünü açıp, kendisiyle, yaşadığı toplumla, yerel ve küresel iktidar gerçeğiyle yüzleşme fırsatı sundu. Lakin bu süreçten doğru derslerin çıkarılmış mıdır? Zannetmiyorum.

Akabinde gelen AK Parti süreci de yine İslamcılık için önemli bir imkândı… Kendisinden görünen ama gerçekte öyle olmayan bu siyasal partiye ve bugün itibariyle iktidara, kısa vadeli pragmatizmle değil de orta ve uzun vadeli siyasal bir basiretle yaklaşılsaydı, adalet temelinde sağlıklı ve net bir İslami muhalefet sergilemenin gerekliliği de görülebilecekti. Lakin 28 Şubat’taki yanlış dersten, AK Parti sürecinde doğru bir sonuç çıkarmak da ne kadar mümkün olabilirdi?

Geldiğimiz nokta ortadadır: İstanbul İslamcılığı, AK Parti siyasalı içinde imkânları genişledikçe topluma yabancılaşan ve medyatik görünürlüğü arttıkça kendinde olmayan bir gücü vehmeden radikal cemaatlere dönüşmektedir.

Rüştünü topluma değil, iktidarın yeni dindar-muhafazakâr seçkinlerine ispat etme kaygısıyla hareket ederken, kendi potansiyelini heba etmekte, konjonktörün sunduklarının neyin karşılığı olduğunu unutmuş vaziyette bir çıkmaza doğru ilerlemektedir.

Kemalizmle mücadeleyi salt Kemalistlerle mücadeleye indirgemiş, devlet iktidarının bürokratik mahiyetini ve kendisini yeniden üretme kapasitesini göremeyerek tarihin hep soğuk savaş dönemindeki gibi akıp gideceğini vehmetmiş ve bu yüzden de yükselen yeni iktidarın temel parametrelerini ve dinamiklerini analiz edemeyecek kadar şaşkına dönmüş, kendisinin hiçbir dahli olmadığı bu değişim-dönüşüm sürecinin kendi lehine sonuçları olacağı umuduna bel bağladığı oranda toplumdan uzaklaşmış İstanbul İslamcılığı, elbette bugün iktidarın gücünden kendine de pay çıkardığı için yaşadığı krizin de, düşüşün de farkında değildir.

Yaşanan her yerel, bölgesel ve uluslar arası gelişme, kritik her süreç, kanaat önderlerinin siyasal basiretsizliğini gözler önüne sererken, kıt kanaat oluşmuş tüm birikim de Ankara sarayındaki iktidar kavgasında yeni iktidar lehine tüketilmektedir.

Tüm stratejisini AK Parti-Gülen Cemaati arasındaki çatlaktan sızıp güç ve prestij devşirerek, söz sahibi olmaya kilitlemiş bulunan İstanbul İslamcılığı, Ankara nezdinde akredite olduğu oranda kendini kaybetmeye de mahkum ettiğini maalesef görememekte, bu doğrultudaki samimi her türlü uyarıyı ise “AK Parti karşıtlığı” ile mahkum etmektedir. Herhalde AK Parti karşıtlığından sakına sakına hükümetin sivil aparatlarına dönüştüklerini kimsenin fark etmediğini zannediyor olmalılar… Oysa tablo gerçekten ibret verici!

Unutmamak gerekir ki, Allah günleri aramızda dolaştırıp durmaktadır. Güç sonsuz, iktidar da baki değildir. Gücü iktidara yaslanarak bulanlar, o gücün koltuklarla birlikte devrileceğini nasıl unutabilmektedir?

Evet, İstanbul İslamcılığı kendi kendini bitirmektedir.

Ama bu İslamcılığın biteceği anlamına da gelmemektedir.

Çünkü yüzünü saraya dönmeyen, güç yanılsamasına düşmeyen ve şahitlik misyonunu iktidar noterliği olarak algılamayan bir İslamcılığın mümkün olduğuna inananlar, topluma bir kıstas sunmaktadır.

Gücünü ilkelerinden, söyleminden, bağımsız siyasal mücadelesinden ve kamusal direniş alanlarından alan bu yeni İslamcı hareketler, İstanbul düştükten sonra da kendi ayakları üzerinde durmaya ve vahyin aydınlığında yürüyüşlerine devam edeceklerdir.

                                                                                                                                                                 Beytullah Emrah Önce

İslam'da Kıyamın Anlamı*

Kıyam: Ayaklanma-Dayanışma-Tekâmül

Nurettin Topçu, İsyan Ahlakı adlı eserinde “her hareketin gayesi kendi şeklinin mükemmeline ulaşmaktır” der ve ekler: “Hareket ederken insan hürriyeti, insanı yeni bir hayat şekline doğru götürmelidir…”

Hareket, iş, oluş ve fiilin amacının insanı yeni bir hayat şekline götürmek olduğunu vurgular. Ancak bu hareketin mutlaka bir meydan okuma, karşı çıkış ve “var olan duruma bir protesto” olması gerektiğini bildirir. Ona göre hareket kıyâm’dır.

“Hareket, bir isyandır.  Bu bizdeki Allah’ın bize karşı isyanıdır. “Hiç isyan etmemiş olan hiç hareket etmemiş demektir…”

Kıyam, Tekbir getirdikten sonra ilk ritüelimizdir. Ayakta sabit duruşu anlatır. Lugatta, “kalkmak, kalakalmak, azmetmek, başlamak, vuku bulmak, yürütmek, himaye etmek” gibi anlamlarda kullanılır.

Hıra mağarasında ilahi vahye muhatap olan peygamber, derin bir korku halinde eve döndüğünde kendini dış dünyadan bir süre soyutlamış ve yalnız kalmaya çalışmıştı. Toplumsal hayatta karşılaştığı ağır buhranlara bir çare arıyor, 35 yaşından sonra bir mağaraya kapanıyor ve orada tefekkür edip duruyordu. Sadece tefekkür ile kalmayıp “Hılfu’l-fudul” cemiyetinde aktif üyelik yapıyor ve hakkı gasp edilmiş olanların hakkını da müdafaa ediyordu. İlk vahiy, Oku! Diye çevrilen “Çığlık at” emriydi.

 Öyleyse önce çığlık vardı!

Kitleler bir ölü kadar kör ve sağırdı. Onlara sesiniz duyurabilmek için içli bir çığlığa, gökleri yaran davudî sayhalara ihtiyaç vardı. Derin sarsıntılar içinde evine döndü. Örtüsüne büründü… Bir süre sonra uyanıp durumu Hz. Hatice’ye anlatırken şöyle başladı;

“Kendimden çok korktum…”(Ve haşitü ala nefsî) İçindeki çığlığı duymuş, ondan ürkmüş, kendiyle yüzleşmiş ve aslından kendinden çok korkmuştu… Kendiyle ilk defa yüzleşen, aynada kendini gören, hakikatine muttali olan adamın ilk ve son sözü bu olacaktı;

“Kendimden çok korktum…”(Buharî/Bed’ü’l-vahy/3)

Çığlık Ona ne yapması, nasıl başlaması gerektiğini örtü altından yine bildirdi. Ve çığlıktan sonra(Tek-bir) ilk emir ayağa kalk olacaktı…(K-V-M)

Gum fe enzir!(Müddessir/2) (Kalk, var olan duruşa bir protesto olarak harekete geç, isyan et!)

Kıyam, tabiatı icabı kişinin kendi için değil başkası için ayağa kalkışını anlatmaktadır. Zira kıyam kalkışlar demektir. Birlikte olmayı, beraber yürümeyi temsil eder. Esasen kıyam, tarih boyunca iyi ve doğru namına ne varsa, bu prensiplerle kuşanan her insanın yaptığı çıkışın, isyanın ortak sembolik ifadesidir.

Gıyamen li’n-nâs; İnsanlık için ayağa kalkış(Maide/97) köleleştiren, insanı mal ve meta haline getiren, emeğini ve hakkını sömüren her sisteme karşı onurlu bir kalkışı ifade eder.

Namaz için Kıble belirlenmiş, hedefe dönülmüş, ihtiyaç fazlası toplanmış, bütün sömürücü düzenlere baş kaldırılmış ve sıra harekete, eyleme, iddiadan sonra ispata gelmiştir. Kıyam iş bu ispatın ispatıdır.

Birlikteliğin, kardeşliğin, ünsiyetin sağlandığı an, sevginin nurdan haleler gibi kalpleri sardığı(müellefe-i gulub) an paylaşımın başladığı andır.

Muvahhitler kıyama kalktığı an müşrikler zevale uğrar. Şirki ve zulmü zevale uğratmayan kıyam, kıyamet değil, diriliş ve yeniden kalkış değil, boğuluş ve yok oluştur…

Öyleyse yazının başında geçen Nurettin Topçu’nun sözünü tekrar hatırlamakta fayda var.

“Hiç isyan etmemiş olan hiç hareket etmemiş demektir…”

Hiç isyan etmemiş, putları devirmemiş, duvarları yıkmamış namaz, hiç kıyam etmemiş demektir…


                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                        Halil Kurbetoğlu

*Başlık "Sıratın Yukası" tarafından yazarın anlayışına sığınarak değiştirilmiştir.