“Bu memlekette sabıkasız Kürt mü var?”: Sırrı Sakık’ın vakti zamanında sabıka ölçeği üzerinden yaptığı bu Kürtlük tarifi, havada asılı, tarih ve toplum, başka bir deyişle zaman ve mekân dışı bir “halk” algısının ancak politikanın suyuna yatırıldıkta tarihsel ve toplumsal olanla çakışır hale getirilebileceğinin, aksi halde Kürtlerin gördüğü zulmün afakîleşip en fazla halkların kardeşliği edebiyatına malzeme olacağının en sağlam izahıdır. Devrimci siyaset tarihsel momentleri toplumsal koordinatlar dâhilinde görmeyi emreder. Bu zorunlu olarak bir bölme ve daraltma işlemidir. Tarihin belirli bir noktasında, toplumun ve onun uzay-zamandaki yerini temsilen devletin, belirli bir konumlanışında; yani tarihin tortusuyla birlikte bu zaman ve en genel anlamda sınıf mücadelesinin kiri pasıyla birlikte bu mekânda, Kürt olmak, eninde sonunda doğuştan sabıkalı olmak demektir. Bu çerçevenin dışında tanımlanacak bir Kürtlük, tarihi neredeyse Kürtlerden başlatan Cemşid Bender’in izinden Kemalizme yâr olur. Böyle bir girişim öznelcidir; maddî gerçeklikle ilişkilenmek yerine Kemalist bir ulusçuluk modelini ona dayatma çabasıdır. Bu akıbeti önleyen politik güç, kişileri aşan ve (Kürt olan, olmayan) herkese kendini bir hesap unsuru olarak belleten PKK’dir. Demek ki Sakık’ın tarifinin deklare hali şudur: PKK’li olmayan Kürt değildir.
Tarihin sapma ve kırılmalarından muaf etiketler olarak Sünnilikten ya da Alevilikten söz edilebilir mi? Her Allah’a inanan Müslüman, (Tayyip’in dediği gibi) her Ali’yi seven Alevi midir? Fıkra malum; yanaştığı kadın Temel’i reddetme gerekçesi olarak lezbiyenliğini öne sürer: “Ben kadınlardan hoşlanıyorum, lezbiyenim.” der. Temel’in yanıtı makuldür: “Ben de.” Tanım bu biçimde yapıldığında gerçekten Temel de lezbiyendir. Aynı örneği sürdürürsek insanları her seven Alevi olmakta, -politik, pratik, teolojik- hiçbir tekabüliyeti olmayan bir içeriklendirme üzerinden Alevilik göreceleştirilmektedir. Benzer bir durum dilediği an Ermeni olup (Hepimiz Ermeniyiz) dilediği an Türk olanlar (Ermeni kardeşlerimizden özür diliyoruz) için geçerlidir. Hayalî bir tiyatro sahnesinde istenilen kılığa girilmekte, böylelikle “hiç kimse” olunmaktadır. Ermeni olmak 1915’te bir Taşnak gerillası olmaktır. Sabahına Türk olarak kalkılacak olan bir “astral” Ermenilik hali o Taşnak gerillasının pratik-politik faaliyetini peşinen redde tabi tutmak anlamına gelir. Bu durumda dilenen özrün de hükmü yoktur. O Taşnak gerillası için Türk, anasını kesen, babasının toprağına çöreklenen adamdır.
O halde verili tarihsel-toplumsal çerçevede Türk olmak ne demektir? Bunun tanımı tarihte M. Kemal’in Cumhuriyet’in onuncu yılında, pratikte tasfiye ettiği muarızlarını mezenformasyon yoluyla söylemsel planda da alaşağı etme niyetiyle okuduğu nutkunun epilogu olarak yer almaktadır. “Ne mutlu Türk’üm diyene” bir asimilasyon politikasının deklarasyonudur; buna göre Türk olmak Türk olduğunu dillendirmek yahut T.C. sınırları dâhilinde başka milletten olduğunu dillendirmemek demektir. Kemalizmin Türklük tarifi budur ve en az Sakık’ın Kürtlük tarifi kadar yerindedir; Kemalist devletin maddi gücü bu tanımı bizatihi kuran unsurdur, dolayısıyla gerçekten de “Türküm” demek Türk olmaya kifayet etmektedir. Ancak bunu bağıtlayacak olan T.C.’nin anayasal zeminidir. Aksi takdirde düşünsel yahut fiziki planda yine T.C. sınırları dışına çıkılmış olur ki bu sınırların dışında Türk bulunmamaktadır. Demek ki hukuken (ve arka planındaki maddi politik güç düşünüldüğünde “siyaseten”) “Türk” T.C. vatandaşı olana verilen addır. T.C’nin anayasal zeminini onaylayan, kuruluş ilkelerini benimseyen herkes Türk’tür (Bir insanın bu tanımın dışında güdeceği bir Türklük iddiası ikinci bir kişiye iletildiği anda kişinin kendi dışındaki tayin edici unsurların tâbiyetine girer. Bu unsurlarla uyumlulaşılması gerekliliği tarihsel-politik gerçekliğin dayattığı somut belirleyenlere uygunluk öngörür. Bu anlamda “ülkücüler” örneğin bir Enver ve Turan ayracı hesaba katıldığında Türk olamamaktadır; “Türk” en katışıksız ve ideal haliyle, örnek olsun; Turgut Özakman’dır.).
T.C.’nin kuruluş ilkelerine pratik-teorik itirazı olmayanlar gerçekten de Türk’tür. Aynı tanım tersten İsrail için de geçerlidir. Dünyanın herhangi bir yerinde doğan bir Yahudi İsrail vatandaşıdır (Bu terslik hali bir ayrıntıdan ibarettir; T.C., kurucu unsurların [tehcir ve mübadele gibi tarihsel olaylar ayrı; aslına bakılırsa sayılanlar da İsrail analojisini destekler niteliktedir] ağırlıklı olarak halihazırda varoldukları topraklarda kurulmuş, ancak İsrail “yapı malzemesi”ni naklederek kendini varetmiştir.). Ancak bu noktada belirtilmesi gereken bu türden bir kabulle tanımlı Türklük ve Yahudilik’in görece iradî olduğudur (Elbette sınıfsal belirlenimler bu ikrarcı özneler üzerinde de işlemektedir; burada gösterilen ya da gösterilmeyen irade politik zeminde durmak ya da durmamakla yahut verili politik hale belirli önkabulleri dayatmakla; yani maddeye ilişkin bilinci maddenin önüne almakla ilişkilidir.). Bir “ara kategori” olarak asıl ele alınması elzem olanlar itiraz sahipleridir. İtiraz, verili Cumhuriyet ölçeğinin baz alınması üzerinden biçimlenen bir liberal konumlanışa işaret eder. Bu, ailesinden utanan üniversite mezunu taşralı hali, taşra olmayanın tarihselliğinin belirleyici olduğu bir dünya öngörür. Buna göre “merkez”, adı içinde bulunulan ideolojik habituma göre farklılaşabilmekle birlikte, taşranın finansal, kültürel ve ideolojik hamisidir. Bu algı egemenlik ilişkileri düzleminde belirli bir nesnellik taşır ve bu ilişkilerin yeniden üretiminde işlevseldir. Bu anlamda liberalizm, ülkeler somutunda tecessüm eden çeşitli hâkim sınıf ideolojilerinin (Türkiye özelinde Kemalizmin) mutlak stepnesi, Adanalı fabrikatör babanın İstanbullarda okumuş mühendis oğludur.
İsrail’e yönelik liberal itiraz en genel anlamda İsrail’in bekasını gözetir. Bu durum yalnızca “itiraz” sözcüğünün mahiyeti ile ilgili değildir; en radikal görünen şiarlar dahi İsrail’e yönelik bir koruma içgüdüsünün tezahürleridir. Sungur Savran’ın son zamanlarda devletle bağlarını koparma noktasında mütereddit İslamcı çevrelerde de benimsenen bir tutumla Siyonist İsrail’in yıkılması gerektiğini, Roni Margulies’in, meşru olmayanın İsrail’in bir Yahudi devleti olarak varlığını sürdürmesi olduğunu söylüyor olmaları, gayri milli ya da laik bir İsrail kurgusu üzerinden düşündüklerinin ilanıdır. İsrail’e ilişkin sol içi genel “gizli” Troçkist muhayyile de tam olarak budur (genelliği gizliliğini güdülemektedir.). Siyonizme ilişkin Yahudi tepkisi yukarıda sözü edilen afakî konumdan dillendirilmekte ve açıktan bu konum meşrulaştırılmaktadır. Anti-siyonist bir Yahudi olan Mark Marqusee ateist olduğu ve Yahudilerin bir ulus olduğuna inanmadığı halde hala neden ve nasıl Yahudi kalabildiği sorusuna cevaben Yahudiliğinin kendi özünün geçmiş ve bugünle kesiştiği mevki olduğunu söyler. Bu yanıt, sahibinin ezelden beri Yahudi olduğu ve bu durumun bugünkü Yahudiliğini koşulladığı bilgisi dışında hiçbir şey söylememekte, ancak bu haliyle politik olarak çok şey ifade etmektedir. İsrail’le bir Yahudinin husumeti Yahudiliği Marqusee’nin tanımına içrek müphemlikten belirli bir tarihsel-toplumsal-politik alana büküyor olmasından kaynaklanmaktadır. Böylelikle Woody Allen’ın Zelig filminde betimlediği “bukalemun” Yahudinin sırtına yeni bir külfet binmekte, bu her şekle giren Yahudi tipi kendisine iradesi dışında biçilen gömleğe itiraz etmekle beraber “özünün geçmiş ve bugünle kesiştiği mevki”nin maddi tezahürü olan İsrail’i “savunmadan savunmak” zorunda kalmaktadır.
Anti-siyonist Yahudiler İsrail’in bugün işgal altında tuttuğu topraklarda (1967 sonrasını değil, 1948 sonrasını kastediyorum) Yahudi nüfusunun iskânına olumlu bakar. Sorun olan, bu iskân neticesinde oluşan devletin emperyalizmin uç karakolu vazifesini üstlenmiş oluşudur.
Belirli bir dönem ve süreç dâhilinde üretimin tam toplumsallaşmasına yönelik olarak işleyen bir ekonomik biçimlenişin, düşmanın önünü, ardını; ezcümle konumunu, belirlemek anlamında adının konması ya da bu adın taşıdığı içeriğin yerli yerine oturtulması işlemi, ait olduğu sınıf mücadelesi bağlamında ele alındığında, bilimsel vs. değil, düpedüz politikken bu belirlemeye her durum ve koşulda sırtını dayayıp (Lenin’in “Emperyalizm”i yazdığı tarih olan) 1916 yılından konuşmak ve emperyalizmi hiçbir bölümlemeye ve derecelendirmeye tâbi tutmadan yekpare bir granit yollu tanımlamak apolitizmin koşullayıcısı işlevi görür ya da sonucu olarak belirir.
Emperyalizmin tüm hayatı determine ettiği zannı ile harekete eden politik özneler onun da belirli tarihsel-ekonomik süreçlere tâbiyetini yok sayar ve böylece ona kavramsal düzlemde biat eder. Bu özneler sözü edilen determinasyonu fetişleştirerek emperyalizmle beraber aynı teorik işlem uyarınca kendilerini de tarih dışına çıkartır ve her biri adeta birer “Lenin” olurlar; ama elbette Lenin’in içinde bulunduğu politik koşullardan azade olarak.
Emperyalizm de en nihayetinde maddîdir ve maddî ilişkilere tâbidir. İsrail’in emperyalizmle kurduğu ilişkilerin görece bağımsızlaşamayacağını iddia etmek emperyalizmi maddî değil metafizik bir düzlemde tasavvur etmek demektir. Bu anlamda Petras’ın İsrail-Ortadoğu-ABD analizleri genel olarak abartılı bulunmakla beraber politik olarak hiç de akıl dışı değillerdir. Abartılı olduğu yollu eleştiriler politik bir hamlenin, Petras’ın ABD’yi İsrail lobisinin yönettiği görüşü türünden daraltmaları doğası gereği içermesi gerektiğinin teorik planda reddine denk düşer; bu noktada “emperyalizm”ciler (Petras’ın iddiasına karşılık İsrail’in her durumda ABD’nin güdümünde olduğunu savunanlar) emperyalizmin meşrebini inkâr eder bir tutum içine girerek Petras’ın “komplo teorisyeni” olduğunun ilanına girişirler.[1] Oysa ki Lenin’in sözleri açıktır: “Emperyalist aşamasında kapitalizm…. irade ve bilinçlerine aykırı olarak kapitalistleri tam rekabet özgürlüğünden tam toplumsallaşmaya bir geçişi belirleyen yeni bir toplumsal düzene doğru adeta sürüklemektedir…. Toplumsal üretim araçları küçük bir azınlığın mülkiyetinde kalıyor.” Demek ki güç ilişkileri üretim ilişkilerine paralel biçim değiştirmekte , “komplo” komplo olmaktan çıkmakta ve Yalçın Küçük’ün tespitiyle başat bir hal almaktadır; zira bir mali oligarşi teşekkül etmiştir ve oligarklar tâbiyet ve aidiyetleri olan kanlı canlı insanlardır. Bu kanlı canlı insanlar Yalçın Küçük ya da James Petras öyle söylediği için değil, orada tanımlı oldukları için Yahudidirler.
Yahudilikle tanımlı olma hali T.C. anayasasındaki Türklük tanımı türünden bir masonik üyelik imkânını da içerir (Buna göre Kürtlüklerinden soyunan Kürtler, TRT’de şarkıcı dahil, her şey olabilmektedirler.). Meselenin liberalizm üzerinden tartışılması gerekliliği de kaynağını tam olarak burada bulmaktadır. Zira liberal, tanımlı olduğu yerin iradi olarak dışına çıkabileceği zannı ile hareket eden adamdır. Tekrarla liberal, Ermeni olmadan Ermeni olan (a)politik öznenin adıdır; verili tarihsel-toplumsal gerçekliğin dışında meskûn bir masal halkının üyesi olan Anti-siyonist Yahudi de buradadır. Ancak burada meram, tersten, Yahudi olmadan da Siyonist olunabildiğidir. Bugün Hamas’a küfreden kim varsa politika ayracının belirleyiciliği uyarınca hükmen Siyonist ve tekrar tersten, nesnel olarak Yahudi olmaktadır; bu nesnelliği bizatihi düşmanın ve ona karşı girişilen mücadelenin kendisi belirler. Konuya ilişkin somut örnek aşağıdaki paragrafta bulunabilir; örnek eski olmakla birlikte bir zihniyeti temsil kabiliyeti bakımından eskimiş değildir:
“Hamas, Filistin halkını ulusal birlik etrafında toplama işlevi yapan FKÖ’yü işlevsizleştirdi. Bu da yetmedi, yarı devlet ve bütünlüklü bir ülke durumuna gelmiş olan Filistin devletini tanımadı. Devlet başkanını reddetti dolayısıyla var olan devlet yapısını da imha etti. Filistin’in bütünleşme sürecini bozdu. Devlet içinde devlet yarattı. Bütün El Fetihlileri ve Hamaslı olmayan diğer Filistinlileri Gazze’den kovarak, Gazze’yi arınmış bölge haline getirdi. Zaten bölünmüş olan ülkeyi bir de Hamas böldü. Dolayısıyla da Gazze halkını İsrail’in hedef tahtasına yerleştirdi.”
Bu satırların yazarı Teslim Töre kendi ulusçu, Aydınlanmacı; ezcümle Kemalist özniyetlerini Filistin’e kilometrelerce uzaktan dayatmakta ve maddi gerçekliğe sırtını dönmeyi yeğlemekle kalmayıp bunu acılar içindeki Filistin halkına da önermektedir. Bu, Filistinlilere “İsrail’le uzlaşın, direnmeyin” demektir. Teslim Töre ne yazık ki yalnız değildir. Solun direnen unsurları “beğenmediği” takdirde oldum olası takındığı tutum, her zaman Teslim Töre örneğindeki gibi düşmanın ağzıyla konuşma noktasına varmamakla beraber, budur. Bu tutumun İsrail-Filistin özelinde tahrikçisi olanlar solculuklarının arkasına sığınarak en fazla kendi benzerlerini aldatabilirler.
Filistin (ve en genel anlamda Ortadoğu halklarının) direnişi soldaki Yahudi etkisini kıracak aşı olmaya muktedir ilişkilerin nüvesini taşımaktadır. Bunun için öncelikle Müslümanların “Lâ İlâhe İll'allah” şiarının içerdiği politik reddiyenin “Kahrolsun Siyonist İsrail” türünden sloganların uzlaşmacı mayasını afişe ettiği ve öznelci yaklaşımların direnişin gerçeğine temas etmekte neçe aciz kaldığı görülmek zorundadır.
M. Ocakçı
(1) Bu gibi eleştirilere teorik anlamda zemin hazırlıyor oluşu, politik müdahale biçimleri ve emperyalizm algısı üzerinden düşünüldüğünde Petras açıkça ABD’nin Yalçın Küçük’üdür. Yalçın Hoca Emperyalist Türkiye, Sol Marksizm gibi kitaplarında emperyalizm-Türkiye ilişkisinde dönüşüm momentlerini inceler ve bu uç karakolunun (Türkiye’nin) bizatihi emperyalist emelleri olduğu belirlemesi ile Leninist bir “iç düşman” algısını gündemleştirir. Benzer bir durum Petras’ın İsrail analizlerinde de gözlenebilir. Ayrıca Petras’ın bir politik müdahale biçimi olarak ABD genelkurmayında İsrail karşıtı odaklar olduğu iddiası ile bu varsayımsal odakları taktik ve stratejik anlamda kaşıması Hoca’nın “orducu” tutumuyla paralellik sunar. Bir ara eleştiri olarak Hoca’ya küfredenlerin Petras’a name düzerken düşünmeleri gerektiği belirtilmelidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder