Hem Ekmek Hem Allah!

Müslüman’ın zengininin ve yoksulunun olduğu elbette hakikattir. Ancak “hakikati insanların ölçüleri ile değil, insanları hakikatin ölçüsü ile tanı” buyuruyor Hz. Ali. Bir hakikat dillendirildiği yanlış ağızda başka hakikatleri, giderek daha temel hakikatleri örtmenin, yani küfrün âleti hâline gelebiliyor. Bunun mevzu ile ilişkili örneklerine geçmeden evvel, sınıflar mücadelesi meselesinin nasıl bu türden bir örtü hâline getirildiğine bakmak lâzım; zira mesele tam da bu noktada düğümleniyor.

Sınıflar mücadelesinin başatlığı tezi, dolayısıyla burjuvazi ve proletarya arasındaki savaşın dışında (henüz böyle bir savaşın yaşanmadığı ama daha melez savaşların bütün hararetiyle hükmünü ilân ettiği durumlarda bile) başka savaş bilmeme hâli, mevzu kim ve ne olursa olsun, kendini rahatlıkla ortaya koyma yeteneğine sahip. Bu noktada bunun dünyanın en kolay siyaseti olduğunu görmek gerekiyor. Bu siyaset, âdeta oligarşik bir antipolitizmi çağrıştırıyor. Oligarşi, zaten muktedir oluşundan ötürü, politikayı hemen hemen bir yasak alan hâline getiriyor. Bunun soldaki versiyonu sınıfçı bir apolitizm oluyor. Böylelikle bu türden sol ve oligarşi hiçbir zaman karşı karşıya gelmiyorlar. Zira olası her türlü müdahale sınıf mücadelesi adına erteleniyor, daha da kötüsü hesap dışı tutuluyor.

2 Temmuz Sivas anmasına ilişkin muhtelif sol örgütler muhtelif kampanyalar yürütürlerken, bunlardan Troçkist bir ekip Yüksel Caddesi’nde açtığı pankarta şunu yazıyor: “Sivas’ın hesabını sınıf mücadelesi soracak”. Bu en basitinden, çok iradeci sayılmayacaksa eğer, “ben sormayacağım, sormaya da niyetim yok” anlamına geliyor. Peki, o hâlde o pankart oraya neden asılıyor?

Fıkrayı bilen biliyor: Temel gazetedeki iş ilânını okuyup ilânı verenlerin yanına gitmiş. Aranan özelliklerin kendisinde bulunmadığını bildirdikten sonra neden geldiği sorulduğunda: “Beni saymayın diye geldim” demiş. Bu söz ve arkasındaki ideolojik yargı büyük bir siyasî animizmdir. Belki de daha doğru söyleyişle sınıf mücadelesine bir tür gulyabani muamelesi yapılıyor.

Türkiye’de bu sınıfçı sol her türlü savaş alanından kaçmak için aynı argümanı kullanıyor. Küçük burjuvazinin en genel taktiği dikotomidir. Küçük burjuvazi sahte dikotomiler yaratarak yahut mevcut amma politik anlamda ikincil dikotomileri manipüle ederek, yarattığı ya da çarpıttığı ikilikler içinde bir tarafa kaçıyor. Konuk olduğu bir televizyon programında Selahattin Demirtaş Kürt’ün zengininin de ezilenler arasında olduğunu söylemişti. Bunun Diyarbakır Cezaevi’nde sürüyle yaşanmış örneği var. Şu bile bunu göstermeye yeter: Taşeron firma sahiplerinin çoğu Kürt değil mi? Şu görülmüyor: Kürt en fazla taşeron firma sahibi olabiliyor. İşte bu noktada “orta sınıf” sınıfçı sol hemen Kürd’ü zengin ve yoksul olarak ikiye bölüp yoksula kaçıyor. Kaçtığı, Kürt’ün yürüttüğü siyasetin harıdır.

Aynı işlem Müslümanlar için de yürütülüyor. Bunun kanıtlarını bu günlerde Kongre Hareketi olarak da anılan evvelki adıyla DBH’nin (Çatı Partisi) yayınladığı bildiride görmüştük. Oradaki “yoksul Müslüman” ibaresi, aslında o çatının altına Müslüman olarak girilemeyeceğini, anca bütün aidiyetlerinden, dolayısıyla savaş silâhlarından arınmış, çırılçıplak, kerameti kendinden menkul yoksullar olarak girilebileceğini anlatıyordu.

Bu dikotomi meselesine dair başka örnekler zikretmek de mümkün. Kendini aklın ezel-ebed temsilcisi ilân eden solun ve bu solu imanla boğmaya ahdeden İslamcı’nın teşne olduğu akıl-iman karşıtlığı ilk akla gelenlerdendir. Bu noktada şu söylenebilir: akıl ile imanı, bilim ile inancı, beden ile ruhu kim birbirinden yalıtıp karşı karşıya getiriyorsa o ya aydınlanmacıdır ya da, Türkiye özelinde düşünülürse, hükmü altında yaşadığı laik devletin hassasiyetlerini gözetiyordur.

Bu anlamda Cübbeli Ahmet Hoca “İslam akıl değil, nakil dinidir” derken yahut bir takım ilâhiyatçılar “İslam akıl dinidir” derlerken, kemalize bir tutum sergilemiş oluyorlar. “Al birini vur ötekine” demek gerekiyor. Ahmet Ünlü örneğinde görüldüğü gibi kelâmiyeyi ve sufiyeyi reddeden dolaylı ya da dolaysız olarak İslam’ı, onu devletten (dünyadan) bağışık görmekten mülhem, silâhsızlandırıyordur. İslam nassın, aklın ve kalbin müştereken devrede olduğu bir dindir. Biri diğerini dışlamaz. İslam’ın belli bir veçhesini, hadi bileşenini diyelim, diğerlerinden ayırıp onu İslam’ın önsel olarak başat tanımı hâline getiren, İslam’ın bütün veçheleriyle, topyekûn muktedir olması gibi bir durumda pabucunun dama atılacağının bilgisiyle hareket ediyordur. Bunları kendinde bütünlediğini iddia edense (Artık mevcut değil gibi görünen Teori ve Politika dergisinin bilim-politika-felsefe’yi masa başında bütünlemesinde olduğu gibi) İslam diye kendine biata çağırıyordur. Komünizmi “birey”sel ya da örgütsel şahsında somutladığını düşünenin komünizmi ise, “kendine Müslüman”ın müslümanlığı gibi bir “kendine komünizm” oluyor.

Eğer İslam ve sosyalizm yahut komünizm devrimci bir temelde teorik-pratik anlamda ilişkilenecekse bu ilişkinin, bu toprakların (Ortadoğu’nun) ezilen halklarının selameti namına iş görebilmesi için bir komünistin teorik-pratik politik faaliyetin içinde İslamiyet’in, bir Müslüman’ın ise Müslümanlar içinde komünizmin ajanı olarak iş görmesi gerekiyor. Bu ajanlık faaliyetinin tam da bu solun ve İslam’ın pratikte kesiştiği yahut teoride kesiştirildiği kümede yapılması gerekiyor. Bunun yerine İslam’la ilişkilenmemeye tövbeli komüniste ya da bu ilişkinin zeminine kör bir Müslüman’a yönelik misyonerlik etmek, Müslüman mahallesinde salyangoz satmak oluyor.

Bu “ajan”lık faaliyetinin yıkıcı ve bölücü olması gerekiyor. Bu faaliyet Müslüman ya da “solcu” cenahta mevcut bulunan proleter devrimci varlığın aynı cenahlardaki küçük burjuvaziye yönelik mücadelesi anlamına geliyor. Bu anlamda dışarı yönelik bakışın içeriyi, içeri yönelik bakışın dışarıyı gözetmesi gerekiyor. Küçük burjuvazinin dini-imanı olmuyor. Bu sebepten Müslüman’ın ve solcunun orta sınıf refleksleri ortak bir paydada ifşa edilmeyi gerektiriyor.

Sol-İslam ilişkisi yahut bu ilişkinin olası zemini üzerine kalem oynatanların çoğunlukla ortaklaştıkları konu, sözkonusu ilişkiyi solun geniş bir tanımının öncelemesi gerekliliğine dair varsayımdır.[1] Buna göre sol akılcı, ilerlemeci ve özgürlükçü oluyor. Bu üçlemenin içinde yer almayan laikliği bile solun İslam’la ilişkilendirilmesinde bir vasıta olarak kullanmayı öğütleyen Müslümanlar görülüyor.

Lafı dolandırmamak gerekiyor: bu çerçevede anlaşılacak bir İslam olsa olsa İslam Protestanlığıdır. Protestanlık, kapitalizmin ideolojisi liberalizmin teorik kaynağıdır. Liberalizmin ve ondan neşet eden tüm liberal eksenli teorik-pratik eylemliliklerin kaynağını Protestanlık’ta aramak gerekiyor.

Protestanlık en nihayetinde reformizmdir. Reformizmin bütün bakışı ise devlete yöneliktir. Reformizm burjuvaziyi devlete yeğ tutuyor, hatta bizzat burjuvazinin kendisi reformist pratikler sergiliyor; reformizmin eninde sonunda bir burjuva ideolojisi olduğunu tespit ve teslim etmek gerekiyor.[2]

Bu türden bir muhalif Müslümanlığın anti-kapitalizmi, 1960’lı yılların sonlarında savaş sonrası ekonomik açıdan semirmiş bir Avrupa’da, bunun nimetlerinden devletin ve onun bir uzantısı olarak ailenin tutucu ideolojik tahakkümü yüzünden nasiplenememenin itkisiyle eylemli bir muhalefete kalkışan küçük-burjuva Avrupalınınki ile paralellikler sergiliyor. Bu tür bir anti-kapitalizme eninde sonunda bir tür hümanizmin eşlik etmesi, müşahhas, yani insan olmayan devlete karşı insanlığın öne çıkarılması fikriyatından türüyor. “Burjuva da en nihayetinde insandır” deniyor yani. Bu durumda özgürlükçü-akılcı-ilerlemeci burjuvazi cephesi devlete karşı yedeklenilecek mevzi oluyor.[3] Burjuvazi ise küçüğü ve büyüğüyle ortak bir özgürlük algısını paylaşıyor. Bu özgürlük en nihayetinde bedenin ruhtan özgürleşmesidir denebilir.

Kapitalist, Marx’ın dediği gibi enkarne kapitalse beden analojisi kapitalist özelinde sermayeyi işaret edebiliyor. Bu durumda özgürleşme kapitalist-burjuva için sermayesinin sınırsız dolaşımı anlamına, bedenini ve bilgisini mülkiyeti ve giderek sermayesi olarak gören küçük burjuva içinse ruhsuz bedeninin her türlü ahlâkî yaptırımdan azade olarak dilediği yere girebilmesi anlamına geliyor. Bu ruh ve beden dikotomisi küçük burjuvaya hem hiçbir şey olmama hem de her şey olma özgürlüğü bahşediyor. Buna özetle liberalizm diyoruz. Solcu yahut Müslüman olmak insanı hiçbir şeye karşı efsunlamadığı gibi liberalizme karşı da efsunlamıyor. Ama bu noktada solun, İslam’ın belki de o çok sözü edilen paradigmatik farkı nedeniyle paylaşmadığı, bir trajedisinden söz etmek gerekiyor.

Şudur: sol, bir takı olarak eklendiği kavramın içeriğinin ve bu planda yürütülecek pratiğin, son tahlilde ikisi aynı anlama gelmek üzere ya liberalizan yahut anarşizan olacağının bir anlamda habercisi oluyor. Sol komünizm ve Müslüman sol bu durumun birer örneği oluyorlar. Solun İslam’la bir biçimde ilişkilenmesi, İslam’ın solun diliyle konuşması gerektiğini vaaz edenler sağı toprak, solu insanla tarif ediyorlar.[4] Bu tarif toprağa karşı insanın yanında saf tutmanın savunusunu önceliyor. Bu, “sol komünizm”in yahut genel anlamda Stalin karşıtı “sol muhalefet”in de ortaklaştığı bir argüman oluyor. “Sosyalizmin ülkesi”nin karşısına bir tür masal kahramanı olarak “Dünya İşçi Sınıfı” çıkarılıyor. Toprak düşmanlığı ve insan sevgisi, sınırsız sömürü koşulları yaratmak üzere tekelci kapitalizm döneminde burjuvazinin ihtiyaç duyduğu sınırsız bir dünyayı ve bu sınırsız dünyaya ancak bütünlüklü (bölünemez) bireyliğiyle tutunan sınır-tanımayan insanı (sınır-tanımayan gazeteci, doktor vs. örneklerinde olduğu gibi) anlatıyor. Bu hülya, burjuvazinin hülyasıdır. Burjuvazi, bireylik sınırlarının bekası adına var olan bütün sınırlara saldırmayı bir insaniyet hassası olarak öğütlüyor. Sol komünizm yahut sol muhalefetle ve elbette en genel anlamda liberalizmle bu belli düzeylerde ortak bir lisan tutturma hâli, o yıkılmaya çalışılan sınırlarda (Filistin bunun örneğidir) mazlumun verdiği savaşa ve döktüğü kana halel getirmesin diye, bu söylemin başını daha kâğıdın üzerinde ezecek Stalin’ler gerekiyor.

“Stalin kimdir?” sorusunun basit bir cevabı bulunabilir: Stalin, içeriye bakarken bile hep dışarıyı gören adamdır; Zinovyev, Buharin hep içerideki dışarı oluyorlar. Stalin, devrimini gerçekleştirmiş toprakların bir lideri olarak sosyalizm pratiğini, belli bir konjonktürün de dayatmasıyla, dış müdahale ve kapitalizmin restorasyonuna karşı mücadele etmek biçiminde anlıyor. Bu tutum bir komünist için ancak devrim ülkesinde bir anlam ifade ediyor; yoksa devrimsiz bir “Stalin”cilik devrimciliğin dışında konumlanmanın âdeta garantisi oluyor. Bu durumdan imtina etmek için içeriye dönük bir bakış elzem görünüyor; enternasyonal (ya da gayrı millî) sömürücü burjuvazinin mütemmimi olarak içerideki düşmanı, baskıcı devleti, gözden kaçırmamak ve Stalin’in sosyalist vatanı savunmasını çarpıtarak elin vatanını savunmaya girişmemek gerekiyor.

Stalin meselesinden mülhem bakılabilecek bir örnek var; bu meselelere ilişkin hassasiyeti olanların yazılarının yer aldığı artık faal olmayan bir sitede (muslumansol.net), bir makale, bir takım isimleri, onlar etrafında oluşturulan müktesebatın yeni bir İslamî düşünceye kaynaklık etmesi temennisiyle sıralamış idi: Ali Şeriati, Mustafa İslamoğlu, Hasan Hanefi, Sezai Karakoç, Mehmet Akif Ersoy, İhsan Eliaçık, Muhammed Abduh, Ali Bulaç, Hayri Kırbaşoğlu, İlhami Güler, Mustafa Öztürk, Muhammed İkbal, Aliya İzzet Begoviç ve Nasr Hamid Ebu Zeyd. Bu isimlerin azamisi saygıyı gerektirmekle birlikte kasıtlı olarak dışarıda tutulmuş bir ismi anmak icap ediyor: Salih Mirzabeyoğlu.

Stalin analojisi şuradan geliyor: Mirzabeyoğlu’na Stalin türünden (ümmetin zinhar yaklaşmaması gereken) bir öcü muamelesi layık görülüyor, bu bakışa göre sünni-selefi İslam’ın otoriter, özgürlük düşmanı, gayri-hümanist, gayri-uzlaşmacı sesi, bütün bu pejoratif atıflarla Mirzabeyoğlu ve İBDA hareketi oluyor. Sağcılığı Allah’ın emri telakki edilen sünni İslam’ın Türkiye’de devletin hem zor aygıtlarının hem de ideolojik aygıtlarının hışmını üzerine en çok çekmiş İslamî hareketi bağrından çıkardığı görmezden geliniyor. Türkiye’de bu İslamî sol düşüncesinde üzerinden atlanıp duran devrim ve devrimcilik olgusu tam da Mirzabeyoğlu’nda tecessüm ediyor.[5]

Bunun tersinden izleri, Mirzabeyoğlu’nun ismi zikredilmemekle birlikte, İslam ve sol yakınlaşmasına kendince cevaz veren eski danışman Akif Beki’nin Radikal gazetesinde, 2010 senesinde, İslam-sol meselesiyle ilgili yazdığı yazıda da görülüyor. Akif Beki’nin yazısını devletli-liberal İslam’ın bakışını özetlemesi açısından bir veri olarak alırsak, bize bu hizipçe dikte edilen şu oluyor: 1. İslam ve sol, her biri kendi verili, bütünlüklü hâlleri içinde kalarak yakınlaşsın 2. Bu yakınlaşma şiddete tapınan eğilimler mutlak surette dışarıda tutularak gerçekleştirilsin.

Burada bir yalanın ifşası elzem oluyor. Şiddete sınır çekme işlemi yakınlaş(tır)manın bir koşulu değil bizatihi nedenidir. Bu yakınlaşma icazeti, Akif Beki’nin ağzından, devletli İslam tarafından, AKP’nin soldan tahkimatı ve böylelikle mazlum ve sömürülen kitlelerin olası devrimci çıkışlarının gazının alınması işlevini görecek bir tampon bölge yaratılması için, yani doğrudan devrimcilerin önüne set çekmek için veriliyor.

Meselenin böyle konuluşunun devletin bakış açısından anlaşılmaz bir tarafı bulunmuyor; devlet devletliğini yapıyor. Ancak bizim odaklanmamız gereken genel anlamda bu devletli bakışın dışında ve ona karşıt olarak mevzilendiğini iddia eden ve bu mevzide solun ve İslam’ın müştereken yer alabileceğini düşünenlerin söyledikleri olmak durumundadır. Bu anlamda, daha önce sözü edilen (muslumansol.net sitesinde yayınlanan) makaleyi “Müslüman solcu” kitleye ilişkin temsil ehliyeti sahibi oluşundan hareketle veri olarak almaya devam edersek, karşılaştığımız durum şu oluyor: bu kesimce zikredilen onca tecdid temennisi aslında her şeye rağmen Akif Beki’nin yazısından çıkarılanlara özdeş şu iki önermeyi gizliyor: 1. İslam olmuş, bitmiş bir bütünlüktür, onunla oynamaya gelmez. 2. Bu Marksistler bizim başımıza belâ açarlar. İkinci önerme kendi meramını kendi dillendiriyor, birincisi ise tam da İslam’ı hayatın dışında bir şey olarak kodlayan laisizmin argümanı oluyor. Yıllarca laik solcuların ağızlarında geveleyip durdukları şey budur. Fakat biz biliyoruz ki; İslam’ı yahut Marksizmi olmuş bitmiş bir bütünlük olarak görmek bu ikisini masa başında-kafasının içinde kurgulayanların ve bu kurguyu kendilerine mülk edinenlerin işidir. Bu kurgunun sahibinden gelen, mevcut kurgulara yönelik itiraz bir sidik yarışı dışında hiçbir şey ifade etmez.

Politika, hele ki devrimci politika eninde sonunda bir bölme, parçalama faaliyetidir. Parçalanamayan, Latince karşılığı ile (Lat. individuus) bölünemez olan “birey”dir. Bu “birey” kurgusunu fetişleştiren teorisyenlerin bunu kanlı canlı kişilerle sınırlamayıp bir örgüt, bir hareket, bir ülke, bir devlet yahut bir dine bir tür bireylik atfedebildikleri vakıadır. İslam ve solun ilişkilenmesi meselesine kafa yoranlar safında türeyen bir tür laik İslamcılık savunusu da en nihayetinde kendi kutlu bireyliğini İslam’a giydirmeye niyet edenlerin icadıdır. Burada, bu bölünemez “birey”le mücadele adına hatırlanması gereken, kimselerin beğenmediği İBDA hareketinin siyaset algısıdır; buna göre politika okey masasındaki dörtlüyü bile bölmeyi emreder. Bu işlem elbette kitlelerin fiilî devrimci pratiğine içrektir. Mesele, Müslüman yahut komünist, bu pratiğe ait olabilmektir.

                                                                                                                                                                                 M. Ocakçı


<><><>
Not: Burjuvazi, mülk ve hüküm sahibi Kilise ile giriştiği tarihsel mücadelesinde Kilise’nin şahsında Tanrı’ya darbe indiriyor ve Tanrı’nın temsil ettiği mutlak aklın yerine insan aklını ikame ediyor. Aydınlanma ideolojisinin belli başlı unsurlarının belki de en belirleyicisi olan bu “akl”ın mutlak akıldan yegâne farkı, onun tikel olarak bütün insanlara bahşedilmiş oluşudur. Bu anlamda İslamiyet mutlak aklı insan sayısına bölerken, Aydınlanmış Batı’nın ve onun egemen sınıfı burjuvazinin bunu insan sayısıyla çarptığı söylenebilir. Bu çarpma işlemi bir göreceleştirme işlemini beraberinde getiriyor ve bu kutsal “insan”ın konumu her türlü toplumsal, siyasal, kültürel eğilime karşı “göreli” bir konum oluyor. “Gerçek laik” Birikim dergisi, Sol ve İlahiyat dosyasında Müslümanlara tam da bu konumu öğütlemişti. “Müslüman olmadan evvel hele bir birey ol bakalım!” demişti kısaca. Bu öğüt ister istemez Allah’ın da göreceleştirilmesini ve giderek “kaotik anlamlar çoğulluğunu hiyerarşik bir düzene sokacak her türlü ana gösteren”in[6] ilkesel olarak umacı ilân edilmesini de beraberinde getiriyor. Ezcümle: 1. “Birikimci”nin kafası, düşünceyi eyleme dönüşmesi ya mümkün ya da caiz olmayan bir şey olarak alıyor. Bu, en çok burjuvazinin işine gelecek bir şey oluyor, o burjuvaca “düşünce özgürlüğü” kavramsallaştırması da kaynağını burada buluyor. 2. “Birikimci”nin bireyliğini sigaya çekip safa sokacak her şey (Allah, örgüt, şiddet, din, millet, tek adam, giderek siyasetin kendisi) “tarihsel olarak hükmünü doldurmuş” şeyler oluyor. “Birikimci” hiç utanıp sıkılmadan Müslüman’a “Allah’ın derdine düşeceğine aç karnını doyur” buyuruyor. Demek ki bunların ağzındaki Ali Şeriati edebiyatı bir istismar vasıtasından başka bir şey değildir. Zira Şeriati’nin kitlelere haykırdığı slogan biliniyor: “Hem ekmek hem Allah, hem kulluk hem kurtuluş”[7]

Dipnotlar
(1) Solun bir de dar tanımından söz ediliyor ve anlaşıldığı kadarıyla bu tanıma iş görmez raporu veriliyor, zira bu, solu yahut sosyalizmi diyelim, ezilen ve sömürülen kitlelerin verili, tarihsel mücadelesine ortak olmak olarak gören tanım, burjuvaziye karşı devlete ya da devlete karşı burjuvaziye yedeklenmek isteyenleri, yani su başını tutup bu su başında burjuvaziyle ya da devletle yaptıkları pazarlıkta ezilen ve sömürülen kitleleri bir araç olarak kullanmaya niyetlenen orta sınıf unsurları, hareket alanından yoksun bırakıyor.

(2) Burjuvazinin devrimciliği meselesini artık teorinin çöplüğüne atmak gerekiyor. Böyle bir devrimcilik, şayet varsa, sınıflı toplumlar tarihinde son derece arızî bir yerde duruyor ve belki de yegâne ifadesini Fransız Devrimi’nde buluyor. İsrail’in kurulmasıyla birlikte o anakronik anti-semitizm ithamının lağvedilmesi gerekliliği türünden, bu sözde devrimciliğin de ayak bağı olmaktan çıkarılması icap ediyor. Kapitalizmin bir üretim biçimi olarak üstyapıda “devrimci” neticeleri olduğunun söylenebilirliği varsayılsa bile bir sınıf olarak burjuvazinin kendisi bu durumdan nasiplenemiyor.

(3) Bu durum biraz da, Türkiye özelinde, burjuvaziyi Kemalizmden bağışık görmekten ileri geliyor. Hâlbuki Türkiye’deki hâkim sınıf elbette Kemalist burjuvazidir, tersinden, burjuvalaşan da, AKP örneğinde netlikle görüldüğü gibi Kemalistleşiyor.

(4) Bkz.: Kenan Çamurcu, "Sol İslam, İslam’ın Solu, İslam Düşüncesinde Sol" http://demokrathabertr.wordpress.com/2011/08/07/sol-islam-islamin-solu-islam-dusuncesinde-sol/

(5) Ancak yukarıda Stalin meselesine ilişkin söylenenler İBDA hareketinin verili hâlini anlatır muhtevadadır. Mirzabeyoğlu, Türkiye’deki Stalinist kimi örgütlerin kendilerini devrim yapmış KP sanmalarında görüldüğü türden, kurulmuş gibi davranılan bir Başyücelik Devleti’nin mimarı olarak devrimciliğinden “arındırılıyor”. Bu, tarihî TKP’nin Şefik Hüsnü elinde, kurucu ideolojinin peşine takılıp, kendi yıkıcılık misyonunu unutması durumunu çağrıştırıyor.

(6) Bkz.: Tuncay Birkan, "Tanrının Ölümü", Birikim Aylık Sosyalist Kültür Dergisi, Şubat 2010, s. 79.

(7) Ali Şeriati, Hac, Fecr Yayınları, 2009, Ankara, s. 26

Yahudi Soluna Giriş

“Bu memlekette sabıkasız Kürt mü var?”: Sırrı Sakık’ın vakti zamanında sabıka ölçeği üzerinden yaptığı bu Kürtlük tarifi, havada asılı, tarih ve toplum, başka bir deyişle zaman ve mekân dışı bir “halk” algısının ancak politikanın suyuna yatırıldıkta tarihsel ve toplumsal olanla çakışır hale getirilebileceğinin, aksi halde Kürtlerin gördüğü zulmün afakîleşip en fazla halkların kardeşliği edebiyatına malzeme olacağının en sağlam izahıdır. Devrimci siyaset tarihsel momentleri toplumsal koordinatlar dâhilinde görmeyi emreder. Bu zorunlu olarak bir bölme ve daraltma işlemidir. Tarihin belirli bir noktasında, toplumun ve onun uzay-zamandaki yerini temsilen devletin, belirli bir konumlanışında; yani tarihin tortusuyla birlikte bu zaman ve en genel anlamda sınıf mücadelesinin kiri pasıyla birlikte bu mekânda, Kürt olmak, eninde sonunda doğuştan sabıkalı olmak demektir. Bu çerçevenin dışında tanımlanacak bir Kürtlük, tarihi neredeyse Kürtlerden başlatan Cemşid Bender’in izinden Kemalizme yâr olur. Böyle bir girişim öznelcidir; maddî gerçeklikle ilişkilenmek yerine Kemalist bir ulusçuluk modelini ona dayatma çabasıdır. Bu akıbeti önleyen politik güç, kişileri aşan ve (Kürt olan, olmayan) herkese kendini bir hesap unsuru olarak belleten PKK’dir. Demek ki Sakık’ın tarifinin deklare hali şudur: PKK’li olmayan Kürt değildir.

Tarihin sapma ve kırılmalarından muaf etiketler olarak Sünnilikten ya da Alevilikten söz edilebilir mi? Her Allah’a inanan Müslüman, (Tayyip’in dediği gibi) her Ali’yi seven Alevi midir? Fıkra malum; yanaştığı kadın Temel’i reddetme gerekçesi olarak lezbiyenliğini öne sürer: “Ben kadınlardan hoşlanıyorum, lezbiyenim.” der. Temel’in yanıtı makuldür: “Ben de.” Tanım bu biçimde yapıldığında gerçekten Temel de lezbiyendir. Aynı örneği sürdürürsek insanları her seven Alevi olmakta, -politik, pratik, teolojik- hiçbir tekabüliyeti olmayan bir içeriklendirme üzerinden Alevilik göreceleştirilmektedir. Benzer bir durum dilediği an Ermeni olup (Hepimiz Ermeniyiz) dilediği an Türk olanlar (Ermeni kardeşlerimizden özür diliyoruz) için geçerlidir. Hayalî bir tiyatro sahnesinde istenilen kılığa girilmekte, böylelikle “hiç kimse” olunmaktadır. Ermeni olmak 1915’te bir Taşnak gerillası olmaktır. Sabahına Türk olarak kalkılacak olan bir “astral” Ermenilik hali o Taşnak gerillasının pratik-politik faaliyetini peşinen redde tabi tutmak anlamına gelir. Bu durumda dilenen özrün de hükmü yoktur. O Taşnak gerillası için Türk, anasını kesen, babasının toprağına çöreklenen adamdır.

O halde verili tarihsel-toplumsal çerçevede Türk olmak ne demektir? Bunun tanımı tarihte M. Kemal’in Cumhuriyet’in onuncu yılında, pratikte tasfiye ettiği muarızlarını mezenformasyon yoluyla söylemsel planda da alaşağı etme niyetiyle okuduğu nutkunun epilogu olarak yer almaktadır. “Ne mutlu Türk’üm diyene” bir asimilasyon politikasının deklarasyonudur; buna göre Türk olmak Türk olduğunu dillendirmek yahut T.C. sınırları dâhilinde başka milletten olduğunu dillendirmemek demektir. Kemalizmin Türklük tarifi budur ve en az Sakık’ın Kürtlük tarifi kadar yerindedir; Kemalist devletin maddi gücü bu tanımı bizatihi kuran unsurdur, dolayısıyla gerçekten de “Türküm” demek Türk olmaya kifayet etmektedir. Ancak bunu bağıtlayacak olan T.C.’nin anayasal zeminidir. Aksi takdirde düşünsel yahut fiziki planda yine T.C. sınırları dışına çıkılmış olur ki bu sınırların dışında Türk bulunmamaktadır. Demek ki hukuken (ve arka planındaki maddi politik güç düşünüldüğünde “siyaseten”) “Türk” T.C. vatandaşı olana verilen addır. T.C’nin anayasal zeminini onaylayan, kuruluş ilkelerini benimseyen herkes Türk’tür (Bir insanın bu tanımın dışında güdeceği bir Türklük iddiası ikinci bir kişiye iletildiği anda kişinin kendi dışındaki tayin edici unsurların tâbiyetine girer. Bu unsurlarla uyumlulaşılması gerekliliği tarihsel-politik gerçekliğin dayattığı somut belirleyenlere uygunluk öngörür. Bu anlamda “ülkücüler” örneğin bir Enver ve Turan ayracı hesaba katıldığında Türk olamamaktadır; “Türk” en katışıksız ve ideal haliyle, örnek olsun; Turgut Özakman’dır.).

T.C.’nin kuruluş ilkelerine pratik-teorik itirazı olmayanlar gerçekten de Türk’tür. Aynı tanım tersten İsrail için de geçerlidir. Dünyanın herhangi bir yerinde doğan bir Yahudi İsrail vatandaşıdır (Bu terslik hali bir ayrıntıdan ibarettir; T.C., kurucu unsurların [tehcir ve mübadele gibi tarihsel olaylar ayrı; aslına bakılırsa sayılanlar da İsrail analojisini destekler niteliktedir] ağırlıklı olarak halihazırda varoldukları topraklarda kurulmuş, ancak İsrail “yapı malzemesi”ni naklederek kendini varetmiştir.). Ancak bu noktada belirtilmesi gereken bu türden bir kabulle tanımlı Türklük ve Yahudilik’in görece iradî olduğudur (Elbette sınıfsal belirlenimler bu ikrarcı özneler üzerinde de işlemektedir; burada gösterilen ya da gösterilmeyen irade politik zeminde durmak ya da durmamakla yahut verili politik hale belirli önkabulleri dayatmakla; yani maddeye ilişkin bilinci maddenin önüne almakla ilişkilidir.). Bir “ara kategori” olarak asıl ele alınması elzem olanlar itiraz sahipleridir. İtiraz, verili Cumhuriyet ölçeğinin baz alınması üzerinden biçimlenen bir liberal konumlanışa işaret eder. Bu, ailesinden utanan üniversite mezunu taşralı hali, taşra olmayanın tarihselliğinin belirleyici olduğu bir dünya öngörür. Buna göre “merkez”, adı içinde bulunulan ideolojik habituma göre farklılaşabilmekle birlikte, taşranın finansal, kültürel ve ideolojik hamisidir. Bu algı egemenlik ilişkileri düzleminde belirli bir nesnellik taşır ve bu ilişkilerin yeniden üretiminde işlevseldir. Bu anlamda liberalizm, ülkeler somutunda tecessüm eden çeşitli hâkim sınıf ideolojilerinin (Türkiye özelinde Kemalizmin) mutlak stepnesi, Adanalı fabrikatör babanın İstanbullarda okumuş mühendis oğludur.

İsrail’e yönelik liberal itiraz en genel anlamda İsrail’in bekasını gözetir. Bu durum yalnızca “itiraz” sözcüğünün mahiyeti ile ilgili değildir; en radikal görünen şiarlar dahi İsrail’e yönelik bir koruma içgüdüsünün tezahürleridir. Sungur Savran’ın son zamanlarda devletle bağlarını koparma noktasında mütereddit İslamcı çevrelerde de benimsenen bir tutumla Siyonist İsrail’in yıkılması gerektiğini, Roni Margulies’in, meşru olmayanın İsrail’in bir Yahudi devleti olarak varlığını sürdürmesi olduğunu söylüyor olmaları, gayri milli ya da laik bir İsrail kurgusu üzerinden düşündüklerinin ilanıdır. İsrail’e ilişkin sol içi genel “gizli” Troçkist muhayyile de tam olarak budur (genelliği gizliliğini güdülemektedir.). Siyonizme ilişkin Yahudi tepkisi yukarıda sözü edilen afakî konumdan dillendirilmekte ve açıktan bu konum meşrulaştırılmaktadır. Anti-siyonist bir Yahudi olan Mark Marqusee ateist olduğu ve Yahudilerin bir ulus olduğuna inanmadığı halde hala neden ve nasıl Yahudi kalabildiği sorusuna cevaben Yahudiliğinin kendi özünün geçmiş ve bugünle kesiştiği mevki olduğunu söyler. Bu yanıt, sahibinin ezelden beri Yahudi olduğu ve bu durumun bugünkü Yahudiliğini koşulladığı bilgisi dışında hiçbir şey söylememekte, ancak bu haliyle politik olarak çok şey ifade etmektedir. İsrail’le bir Yahudinin husumeti Yahudiliği Marqusee’nin tanımına içrek müphemlikten belirli bir tarihsel-toplumsal-politik alana büküyor olmasından kaynaklanmaktadır. Böylelikle Woody Allen’ın Zelig filminde betimlediği “bukalemun” Yahudinin sırtına yeni bir külfet binmekte, bu her şekle giren Yahudi tipi kendisine iradesi dışında biçilen gömleğe itiraz etmekle beraber “özünün geçmiş ve bugünle kesiştiği mevki”nin maddi tezahürü olan İsrail’i “savunmadan savunmak” zorunda kalmaktadır.

Anti-siyonist Yahudiler İsrail’in bugün işgal altında tuttuğu topraklarda (1967 sonrasını değil, 1948 sonrasını kastediyorum) Yahudi nüfusunun iskânına olumlu bakar. Sorun olan, bu iskân neticesinde oluşan devletin emperyalizmin uç karakolu vazifesini üstlenmiş oluşudur.

Belirli bir dönem ve süreç dâhilinde üretimin tam toplumsallaşmasına yönelik olarak işleyen bir ekonomik biçimlenişin, düşmanın önünü, ardını; ezcümle konumunu, belirlemek anlamında adının konması ya da bu adın taşıdığı içeriğin yerli yerine oturtulması işlemi, ait olduğu sınıf mücadelesi bağlamında ele alındığında, bilimsel vs. değil, düpedüz politikken bu belirlemeye her durum ve koşulda sırtını dayayıp (Lenin’in “Emperyalizm”i yazdığı tarih olan) 1916 yılından konuşmak ve emperyalizmi hiçbir bölümlemeye ve derecelendirmeye tâbi tutmadan yekpare bir granit yollu tanımlamak apolitizmin koşullayıcısı işlevi görür ya da sonucu olarak belirir.

Emperyalizmin tüm hayatı determine ettiği zannı ile harekete eden politik özneler onun da belirli tarihsel-ekonomik süreçlere tâbiyetini yok sayar ve böylece ona kavramsal düzlemde biat eder. Bu özneler sözü edilen determinasyonu fetişleştirerek emperyalizmle beraber aynı teorik işlem uyarınca kendilerini de tarih dışına çıkartır ve her biri adeta birer “Lenin” olurlar; ama elbette Lenin’in içinde bulunduğu politik koşullardan azade olarak.

Emperyalizm de en nihayetinde maddîdir ve maddî ilişkilere tâbidir. İsrail’in emperyalizmle kurduğu ilişkilerin görece bağımsızlaşamayacağını iddia etmek emperyalizmi maddî değil metafizik bir düzlemde tasavvur etmek demektir. Bu anlamda Petras’ın İsrail-Ortadoğu-ABD analizleri genel olarak abartılı bulunmakla beraber politik olarak hiç de akıl dışı değillerdir. Abartılı olduğu yollu eleştiriler politik bir hamlenin, Petras’ın ABD’yi İsrail lobisinin yönettiği görüşü türünden daraltmaları doğası gereği içermesi gerektiğinin teorik planda reddine denk düşer; bu noktada “emperyalizm”ciler (Petras’ın iddiasına karşılık İsrail’in her durumda ABD’nin güdümünde olduğunu savunanlar) emperyalizmin meşrebini inkâr eder bir tutum içine girerek Petras’ın “komplo teorisyeni” olduğunun ilanına girişirler.[1] Oysa ki Lenin’in sözleri açıktır: “Emperyalist aşamasında kapitalizm…. irade ve bilinçlerine aykırı olarak kapitalistleri tam rekabet özgürlüğünden tam toplumsallaşmaya bir geçişi belirleyen yeni bir toplumsal düzene doğru adeta sürüklemektedir…. Toplumsal üretim araçları küçük bir azınlığın mülkiyetinde kalıyor.” Demek ki güç ilişkileri üretim ilişkilerine paralel biçim değiştirmekte , “komplo” komplo olmaktan çıkmakta ve Yalçın Küçük’ün tespitiyle başat bir hal almaktadır; zira bir mali oligarşi teşekkül etmiştir ve oligarklar tâbiyet ve aidiyetleri olan kanlı canlı insanlardır. Bu kanlı canlı insanlar Yalçın Küçük ya da James Petras öyle söylediği için değil, orada tanımlı oldukları için Yahudidirler.

Yahudilikle tanımlı olma hali T.C. anayasasındaki Türklük tanımı türünden bir masonik üyelik imkânını da içerir (Buna göre Kürtlüklerinden soyunan Kürtler, TRT’de şarkıcı dahil, her şey olabilmektedirler.). Meselenin liberalizm üzerinden tartışılması gerekliliği de kaynağını tam olarak burada bulmaktadır. Zira liberal, tanımlı olduğu yerin iradi olarak dışına çıkabileceği zannı ile hareket eden adamdır. Tekrarla liberal, Ermeni olmadan Ermeni olan (a)politik öznenin adıdır; verili tarihsel-toplumsal gerçekliğin dışında meskûn bir masal halkının üyesi olan Anti-siyonist Yahudi de buradadır. Ancak burada meram, tersten, Yahudi olmadan da Siyonist olunabildiğidir. Bugün Hamas’a küfreden kim varsa politika ayracının belirleyiciliği uyarınca hükmen Siyonist ve tekrar tersten, nesnel olarak Yahudi olmaktadır; bu nesnelliği bizatihi düşmanın ve ona karşı girişilen mücadelenin kendisi belirler. Konuya ilişkin somut örnek aşağıdaki paragrafta bulunabilir; örnek eski olmakla birlikte bir zihniyeti temsil kabiliyeti bakımından eskimiş değildir:
“Hamas, Filistin halkını ulusal birlik etrafında toplama işlevi yapan FKÖ’yü işlevsizleştirdi. Bu da yetmedi, yarı devlet ve bütünlüklü bir ülke durumuna gelmiş olan Filistin devletini tanımadı. Devlet başkanını reddetti dolayısıyla var olan devlet yapısını da imha etti. Filistin’in bütünleşme sürecini bozdu. Devlet içinde devlet yarattı. Bütün El Fetihlileri ve Hamaslı olmayan diğer Filistinlileri Gazze’den kovarak, Gazze’yi arınmış bölge haline getirdi. Zaten bölünmüş olan ülkeyi bir de Hamas böldü. Dolayısıyla da Gazze halkını İsrail’in hedef tahtasına yerleştirdi.”

Bu satırların yazarı Teslim Töre kendi ulusçu, Aydınlanmacı; ezcümle Kemalist özniyetlerini Filistin’e kilometrelerce uzaktan dayatmakta ve maddi gerçekliğe sırtını dönmeyi yeğlemekle kalmayıp bunu acılar içindeki Filistin halkına da önermektedir. Bu, Filistinlilere “İsrail’le uzlaşın, direnmeyin” demektir. Teslim Töre ne yazık ki yalnız değildir. Solun direnen unsurları “beğenmediği” takdirde oldum olası takındığı tutum, her zaman Teslim Töre örneğindeki gibi düşmanın ağzıyla konuşma noktasına varmamakla beraber, budur. Bu tutumun İsrail-Filistin özelinde tahrikçisi olanlar solculuklarının arkasına sığınarak en fazla kendi benzerlerini aldatabilirler.

Filistin (ve en genel anlamda Ortadoğu halklarının) direnişi soldaki Yahudi etkisini kıracak aşı olmaya muktedir ilişkilerin nüvesini taşımaktadır. Bunun için öncelikle Müslümanların “Lâ İlâhe İll'allah” şiarının içerdiği politik reddiyenin “Kahrolsun Siyonist İsrail” türünden sloganların uzlaşmacı mayasını afişe ettiği ve öznelci yaklaşımların direnişin gerçeğine temas etmekte neçe aciz kaldığı görülmek zorundadır.

                                                                                                                                                                                  M. Ocakçı

(1) Bu gibi eleştirilere teorik anlamda zemin hazırlıyor oluşu, politik müdahale biçimleri ve emperyalizm algısı üzerinden düşünüldüğünde Petras açıkça ABD’nin Yalçın Küçük’üdür. Yalçın Hoca Emperyalist Türkiye, Sol Marksizm gibi kitaplarında emperyalizm-Türkiye ilişkisinde dönüşüm momentlerini inceler ve bu uç karakolunun (Türkiye’nin) bizatihi emperyalist emelleri olduğu belirlemesi ile Leninist bir “iç düşman” algısını gündemleştirir. Benzer bir durum Petras’ın İsrail analizlerinde de gözlenebilir. Ayrıca Petras’ın bir politik müdahale biçimi olarak ABD genelkurmayında İsrail karşıtı odaklar olduğu iddiası ile bu varsayımsal odakları taktik ve stratejik anlamda kaşıması Hoca’nın “orducu” tutumuyla paralellik sunar. Bir ara eleştiri olarak Hoca’ya küfredenlerin Petras’a name düzerken düşünmeleri gerektiği belirtilmelidir.