Onlar'a

...yaşanılan somut tarihsel durumda (emperyalizmin III. bunalım döneminde) ve de iktisadi evrimin (emperyalizmin) değişik aşamalarında siyasal, ulusal-kültürel canlı koşullardaki değişmeleri dikkate almadan Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao'nun yapıtlarından, pratikten kopuk, mekanik olarak çalışma tarzları tespit edenler, iyi birer Marksolog olabilirler, ama asla proleter devrimcisi olamazlar...

                                                                                                                                                       Mahir Çayan - Bütün Yazılar

Kwame Nkrumah: Bolivarcı Devrimin Kara Siması

Latin Amerika ve Venezüella elbette kendilerine özgü bir sosyalizmi gerçekleştirebilmek için kendi devrimci praksis ve teorilerini yaratmaya mecburdur ancak görmezlikten kaynaklı olarak başka yerlerde, örneğin Afrika ve Asya kıtalarında, bundan neredeyse yarım asır önce cereyan etmiş ölümcül hataları tekrar etmememiz gerekiyor.


Afrika ile bugün kurulan Bolivarcı ilişkiler sadece diplomatik, ekonomik ve ticari düzeyle sınırlı kalamaz. Kendi kurtuluşumuzun ilerlemesi adına, bütüncül, tarihsel, toplumsal, evrensel ve kurtuluşa ilişkin düzeylerde de ilişkilenmek elzemdir.

Ancak bu yolda istikamet Kuzey, Doğu ya da Batı değil, ilerisidir.

Bolivarcı devrimin miyop, dar görüşlü kan davalarının, hâlihazırdaki emperyalist ayak bağlarının üstesinden gelebilmek ve şimdiden sonra kendimizi azgın Yankee saldırılarına, ahlaksız ve sahtekâr medya canavarına karşı koruyabilmek, küresel faşizme baskın çıkabilmek, yani yenilmez olmak, kendi sosyalizmimizi dünya ölçeğinde, özellikle Afrika sosyalizmiyle ilişkilendirmek için geçmiş devrimci deneyimlerden öğrenmemiz gerekir.

Devrimin, kalıcı bir sosyalist devrimin derinleşmesi buna bağlıdır.

Tüm bu nedenlerden dolayı dünya ölçeğinde eşit, eşitsiz ve bileşik tarihsel-ötesi (trans-historical) ilişkilerin ve olayların dikkatli bir biçimde incelenmesi zorunludur. Geçmiş ve bugüne ait, Afrika devrimine ilişkin kıtasal entegrasyon ve dayanışmacı birlik derslerini kendi Latin Amerika kurtuluş çabalarımızı zenginleştirmek üzere öğrenmemiz gerekiyor.

Bu kısa yazıda Kwame Nkrumah, Patrice Lumumba gibi çeşitli büyük Afrikalı devrimci önderlerin düşünceleri ya da günlük eylemleriyle ilgili detaylara girmemiz olanaklı değil, onların sayısız ilmî ve felsefî eserlerini tahlil etmemiz de öyle.

Yapabileceğimiz ancak kendi Bolivarcı yoldaşlarımızı, diğer dilleri çalışarak, diğer bakış açılarına vakıf olarak, Afrikalıların kurtuluş mücadelesi deneyimlerini paylaşarak ama kıtasal bölünmenin, emperyalist sömürgeleştirmenin ve baskı gören ve sömürülen milyonlarca insanın en derin arzu, his ve dileklerine ihanet etmenin katastrofik neticelerinden de sakınarak cesaretlendirmektir. Afrikalı liderlerin Başkan Chavez’e günümüz Latin Amerikasına eşit olmayan bir tarihsel mekân ve zaman içindeki paralellikleri o kadar bariz ki yer yer bunlara değinmeden edemeyeceğiz.

Burada söylenecek olan her şey doğrudan Bolivarcı devrime ilişkin olacaktır.

Patrice Lumumba, Frantz Ömer Fanon, Nelson Mandela ve diğerleri gibi Kwame Nkrumah da “dekolonizasyon” döneminde, yani Avrupa ve Kuzey Amerika’nın neo-kolonizasyon sürecini başlattığı zamanda Gana’nın Altın Sahili (Gold Coast) olarak bilinen Britanya kolonisinde, Nicroful’da, 21 Eylül 1909’da dünyaya geldi. Asıl adı Francis Nwia-Kofi’dir. Kwame Nkrumah adını alışı 1945’tedir. 1935 yılında eğitimli bir öğretmen olarak ABD’ye gitti ve 1945 yılına kadar orada akademik öğrenim gördü.

1945’te George Padmore ve diğer müstakbel Afrikalı devlet başkanlarıyla beraber İngiltere, Manchester’daki 6. Pan-Afrika Kongresi’ne katıldı.

İki yıl sonra, Altın Sahili’ne yani geleceğin Gana’sına döndü ve 1949’da Konvansiyon Halk Partisi’ni (KHP) kurdu.

1950’de, halk hareketlerinin yükseliş döneminde mahpusa düştü. Partisi KHP 1951 seçimlerini kazandı ve Gana’yı 1957’de bağımsızlığa götürecek sürecin ilk adımı olarak hükümeti kurma hakkını elde etti.

1960’ta Gana’da cumhuriyet ilan edildi ve iki yıl sonra, 1962 Ağustos’unda, ülkenin kuzey kesiminde yer alan Kulungugu’da Nkrumah İngilizlerin ve CIA’in uluslararası “ölüm timleri”nin hedefi haline gelmeyi hakettiğini ispatladı; kendisine düzenlenen suikastten şans eseri kurtulabildi.

Burada; Venezuella ve Latin Amerika’da bizi özellikle ilgilendiren Nkrumah’nın “Afrika Bir Olmalı” adlı çalışmasında izahını verdiği Pan-Afrika siyaseti, 1963 yılında Afrika’nın Birliği Örgütü’nü kurması ve Fidel Castro misli, Afrika’da ve her yerdeki tüm sömürgecilik karşıtı, devrimci hareketlere sunduğu koşulsuz destektir.

Ancak o da başkanımız Chavez gibi millî yahut beynelmilel kara çalma kampanyalarına, kitle medyasının habis saldırılarına maruz kaldı. Dahası, 1966’da, Çin’de Pekin ve Kuzey Vietnam’da Hanoi’yi kapsayan bir resmi gezideyken İngiliz gizli servisi ve kana susamış müttefiklerince düzenlenen bir askeri darbe neticesinde kurduğu hükümet devrildi. Hayatının kalanını arkadaşı Gine başkanı Sekou Toure’nin yardımlarıyla, Gine’nin başkenti Konakri’de, sürgünde geçirdi. Sürgün yıllarında kitaplarını yazmaya devam etti. 27 Nisan 1972’de, kanser tedavisi gördüğü Bükreş’te yaşamı sona erdi. Ne var ki kurduğu Birleşik Afrika devrimci hayali bugün hala yaşıyor.

Niyeti aşikâr olduğu andan itibaren millî ve beynelmilel kitle medyası Nkrumah’yı tehlikeli bir diktatör, kana susamış bir tiran, psikopatolojik sorunları olan ve Gana’nın her yerine kendi devasa heykellerini diktiren bir “tek adam” ilan etti.

Biz, Venezuella ve Küba’da bu dezenformasyon kampanyalarını, büyük şirketlerin istikrarsızlaştırmaya yönelik fitnelerini iyi biliriz.

Sözün özü, Nkrumah kıtasal özgürlüğü tesis etmek üzere Afrika’nın birliğine sürekli olarak vurgu yapmış ve bu yolda Kurtuluş Komitası ve Afrika’nın Birliği Örgütü’nü kurmuştur. Afrika’daki sınıf mücadelesinin yönünü ise “Yeni Sömürgecilik-Emperyalizmin Son Aşaması” adlı kitabında ayrıntılı bir biçimde gösterir.

Bu çalışmasında Nkrumah şimdilerde “barbar yeni sömürgecilik” de denen modern yeni sömürgeciliğin, sahte demokrasi ve siyasal bağımsızlık anlayışıyla, geç emperyalizmin son ve belki de en tehlikeli aşaması olduğunu belirtir. Yeni sömürgeciliğin toplumsal özü ideolojik olarak, devletin her türlü demokratik değerle donanmış olduğu, milli ve milletlerarası anlamda egemen olduğu ve sözde siyasal bağımsızlığa sahip olduğudur; gerçekte ise tamamı ile dışarıdan idare edilmektedir. Nkrumah bunun emperyalizmin en berbat biçimi olduğu sonucuna ulaşır; zira bu türlü bir emperyalizm onu uygulayanlar açısından hiçbir şeyin sorumluluğunu üzerlerine almadıkları bir küresel iktidar anlamına gelir, onun hükmü altındaki ezilenler içinse umarsız ve sonsuz bir sömürüye işaret eder.

Ezilen Afrika halklarının aşağılık kompleksinden, efendi-köle ilişkisinden, ahlaki ve dini yanılsamalardan, sömürgeci, ırkçı ideolojilerden kurtuluşu namına, “Bilinççilik: Afrika Devriminin Felsefesi” adlı kitabında Afrika’nın özgürleşmesi için bilimsel ve felsefi bir teori geliştirmiştir.

Özellikle de Bolivarcı hareket için geçerli olmak üzere bizim diyalektik, devrimci praksis ve teoriden anladığımız şudur:

“Devrimler insanlar tarafından yapılır, eylem adamı olarak düşünen ve düşünce adamı olarak eyleyen insanlar tarafından... Tekinsiz bir bağımsızlığı huzurlu bir köleliğe tercih ederiz.”

1955 yılındaki Bandung Konferansından dönüşte Nkrumah sosyalizmin Gana’yı ve diğer “üçüncü dünya” ülkelerini sömürgeci ticaret sisteminin pençelerinden ve dünya pazarının kapitalist kıskacından kurtaracağına ve böylece bu ülkelerin yabancı sermayeye ve teknolojiye olan bağımlılığının azalacağına kani olmuştu. Başka bir deyişle başkan Chavez gibi o da “Yol sosyalizmdir” diyordu.

Ancak Gana ekonomisi kakao üretimine bağımlı, dünya pazar fiyatlarına mahkûm, kütlesel sanayileşme şansına sahip olmayan bir sömürge ekonomisi haline geldi. Nkrumah’nın yürürlüğe koyduğu muhtelif iktisadî projeler genellikle başarısız olmuştu. Kakao’nun pazar fiyatını düşürerek -dünya emperyalizminin bu devrimci programı çökertmek için kullandığı ekonomik silah tam olarak buydu- olası bütün müstakbel bağımsız ekonomi biçimlerine engel oldular.

Bugün Venezuella’nın başkanı Chavez gibi, 40 küsur yıl önce, Nkrumah, bu istismarcı mevcut durum şiddetli bir biçimde değişikliğe uğramadıkça Afrika’nın kapitalist, sömürgeci ve yeni sömürgeci etkilere daha uzun zaman maruz kalacağı mantıksal sonucuna ulaşmıştı. Takip edilecek yol olarak sosyalizmi gördü. Ne ki, Afrika’nın insanî değerlerini korumak, Frantz Ömer Fanon’un yolunda, özgün bir kurtuluşçu Afrikalı kimliği yaratmak için kurtuluş hareketinin birçok başka “lider”inin ideolojik olarak kuşatılmış “Afrika Sosyalizmi”nden uzak tuttu kendini.

“Afrika’da Sınıf Mücadelesi”nde Afrika’nın toplumsal yapısını, iç ve dış toplumsal çelişkileri tahlil etti, “Devrimci Yol”da izlenmesi gereken silahlı mücadele yolunu gösterdi.

1970 tarihli bu çalışmasında çoktan iktidardan el çektirilmişken, Nkrumah Afrika, Asya ve Latin Amerika’da topyekûn kurtuluşa giden yolun “sınıf mücadelesi”nden geçtiğini vurgular. Afrika’nın gerçek tarihsel konumunu gözeterek sınıfsal yapıları analiz eder ve Fanon’la uyum içinde, Afrika’nın işçi ve köylülerinin devrimci öncülüğü ele alarak gerçekleştirecekleri ittifakın silahlı mücadele yoluyla onları sömürgeci, faşist efendilerinden kurtaracağı sonucuna ulaşır. Siyaseten, şehirdeki işçiler, ilerici köylülerin desteğini almalı ve potansiyel millî devrimi tarımsal, kırsal alanlara taşımalıdır. Bu “yeryüzünün lanetlileri”, bu milyonları içeren halk tabanı, Afrika devrimine, ihtiyacı olan vurucu gücü ve enerjiyi sağlayacaktır.

Daha sonra, 1968’de, Afrikalı gerillalar için yazdığı “Devrimci Savaşın Elkitabı”nda açık bir şekilde silahlı öz-savunmayı ve küresel emperyalizme ve faşizme karşı Pan-Afrika Kurtuluş Ordusu’nun gelecekteki kuruluşunu açıkladı.

Daha o tarihte, Nkrumah Afrika devriminin Fanoncu öz-savunusuna yönelik taktikler ve stratejiler planlanması için kıtasal ölçekte etkili bir askeri teşkilatın kurulmasını ısrarla öneriyor, silahlı kurtuluş mücadelesinin askeri ve politik koordinasyonu için açık tekliflerde bulunuyordu.

Elkitabının ikinci kısmında Sovyet Rusya, Çin, Vietnam, Cezayir ve Küba’daki silahlı halk direnişi ve gerilla savaşı deneyimlerini özetler. Emperyalizme ve yeni sömürgeciliğe karşı yaklaşmakta olan küresel devrimci mücadelenin mantıklı olduğu kadar kaçınılmaz da olduğunu vurgular; seçim yapma lüksüne sahip değilizdir, bizi kurtuluşa götürecek olan bir zorunluluk karşısındayızdır, emperyalizme silahlı bir mücadele ile verilecek bu cevabın hudutları bütün bir Afrika’nın hudutları olacaktır. Ona göre Afrika halklarının silahlı mücadelesi siyasi eylemin, toplumsal praksisin en yüksek biçimidir. Öyle ki bu mücadele insanlığın yeni sömürgeciliği küresel ölçekte toptan tarihe gömmesini sağlayacak ateşin ilk kıvılcımını çakacak kıtasal katalizör bile olabilir.

1963 gibi erken bir tarihte ünlü çalışması “Afrika Bir Olmalı”da:

a. Afrika ortak pazarının kurulmasını
b. Afrika için ortak bir para birimi belirlenmesini
c. Kıtasal bir Afrika İletişim Sisteminin
d. ve kıtasal bir Afrika Silahlı Kuvvetlerinin tesis edilmesini

önermişti.

Bütün bunlar emperyalizm için çok fazlaydı; Patrica Lumumba’dan, Frantz Ömer Fanon’dan ve Kwame Nkrumah’dan kurtulmaları gerekiyordu.

Daha önce belirttiğimiz gibi Gana’da Nkrumah’nın hükümeti 1966’da devrilmiş ve yerine önce sağcı, sonra solcu kukla rejimler yerleştirilmişti. Onun kurduğu “Afrika’nın Birliği Örgütü” yeni sömürgeci vatan hainlerinin iş konuştukları bir yer haline gelmişti. “Kurtuluş Komitası” ise reformist, yeni sömürgeci sözde kurtuluş hareketlerini ve özgürlük savaşçılarını destekler olmuştu.

Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi’nin (NAFTA) Afrika versiyonu NEPAD (Afrika’nın Gelişimi için Yeni Ortaklık) “Afrika rönesansı için vizyon ve stratejik çerçevenin belirlenmesi” kisvesi altında ortaya çıktı.

Görünüşte NEPAD’ın programları, öncelikleri ve ilkeleri, NAFTA’nınkilerin yarattığı türden makullük, sürdürülebilirlik ve uygunluk izlenimi yaratıyorsa da daha yakından bakıldığında Afrika’nın bütünleşmesine, bağımsızlığına, sosyalizme, ezcümle Afrika’nın kurtuluşuna hiçbir katkı sunmayacağı anlaşılıyor.

Tersine, NEPAD, bütün NEPAD ortakları “Milenyum Gelişme Hedefleri”ne mutlak surette entegre olabilsinler diye sözkonusu ülkelerin rekabet yeteneklerini artırmayı hedefliyor. NEPAD’ın eylem planı “Afrika’nın dirilişi için bütüncül, kapsamlı ve tümleşik bir sürdürülebilir gelişmeye yönelik bir girişim” olarak beliriyor.

Chavez’in ALBA’sıyla (Amerikan Halklarının Bolivarcı İttifakı) bir benzerlik kurmak mümkün olmuyor. Mevcut Afrikalı “büyük lider”lerimizin birlik, bütünleşme ve kurtuluş dendiğinde akıllarına ne geldiğini görebilselerdi Patrice Lumumba, Frantz Ömer Fanon ve Kwame Nkrumah (bu listeye Jose Marti ve Simon Bolivar da dahil edilebilir) mezarlarında ters dönerlerdi herhalde.

Latin Amerika’nın kurtuluşuna ilişkin görevlerin önemli bir bölümü Kwame Nkrumah’nın 40 yıl önce hayal ettiklerinden mürekkeptir. Geçmiş küresel devrimci deneyimlere dayanarak kendi ALBA’mızı, kendi Amerika’nın Birliği Örgütü’müzü, kendi sosyalizmimizi inşa etmeliyiz.

Kwame Nkrumah bizlere şunu öğretmişti: “Bağımsız egemen bir devlet olmayı öğrenmenin en iyi yolu, bağımsız egemen bir devlet olmaktır.”

                                                                                                                                                                            Franz J.T. Lee
 

ABD İran’dan Elini Çek!


Bir kez daha ABD ve onun Birleşik Krallık, Fransa, Kanada gibi küçük emperyalist yardakçıları İran’a karşı savaşa hazırlanıyorlar; Ortadoğu’da yeni bir kan banyosu yaratmalarına az kaldı. İran bağımsız-egemen bir ülkedir ve onun kahraman halkı 3 on yıldan fazla zamandır ABD ve diğer emperyalist ülkelerin saldırı ve yıldırma siyasetine karşı duruyor. İran halkının hedef seçilmesinin nedeni devredilemez kendi kaderini tayin hakkını kullanmış ve emperyalistlerin sözde kabadayılıklarına ve baskılarına başları dik bir halde göğüs germiş olmalarıdır. 30 yıldan fazla zamandır ABD ve müttefikleri İran’a yaptırımları, savaşı, sabotajı ve tedhişi dayatıyor ancak bugüne kadar bu halkın emperyal kudretin karşısında diz çökmesini sağlayamadılar.

İran ABD’nin Ortadoğu’daki en önemli hedefidir. ABD’nin İran’ı dize getirmeden bölgenin tamamındaki antiemperyalist hassasiyetin büyüyen dinamizmini geriletmesine imkan bulunmuyor. Emperyalizmin temel amacı İran’da bir rejim değişikliğidir. Emperyalistlerin Ortadoğu’da 1979 tarihli İran devriminden önce sahip oldukları türden topyekun bir hegemonyayı yeniden kurması, İran siyaseten bağımsız, güçlü bir ülke olarak durdukça mümkün değildir. Sözkonusu devrim güçler dengesini tamamen olmasa bile önemli ölçüde Ortadoğu’nun ve Güney Asya’nın olduğu kadar Doğu, Batı ve Kuzey Afrika’nın ezilen emekçi halkları lehine de değiştirmiştir. Bugün, İran halkının dünyanın tüm mazlum halklarına verdiği mesaj her zamankinden de önemlidir. Şayet 30 yıl önceki mesaj kukla rejimlerin devrilip emperyalist tahakküme son verilebileceği idiyse bugünün mesajı emperyalist baskı altındaki tüm ülkelerin bağımsız bir biçimde tıpta, yüksek öğretimde ve bilimin tüm teorik ve pratik alanlarında ilerlemesinin mümkün olduğudur. Emperyalistleri en çok korkutan şey de gelişmek için onlara ihtiyacımız olmayışıdır. İran’a savaş ilan etmenin gerekçesi yalnızca bölgede emperyalist hegemonyanın yeniden tesis edilmesini sağlamak ya da ABD ve Avrupa’nın kuvvetli rakipleri Çin ve Rusya’yı tecrit etme yönündeki kapsamlı stratejisine giden yolu döşemek değildir. Bu savaş aynı zamanda İran’ın dünyaya verdiği mesajın geçtiğimiz yıl içinde tanık olduğumuz üzere Tunus, Mısır, Ürdün, Yemen, Bahreyn, Suudi Arabistan, Katar, Umman, Fas ve Cezayir’deki gibi mazlum milletlerin emperyalist tahakkümle yüzleşmesine ilham kaynağı olmamasını garantiye almak anlamına da geliyor. Bugün emperyalistler iliklerine kadar korku içindedir.

ABD ve diğer emperyalistlerin İran’da kanlı bir savaşa girişmek için kendi ülkelerinin halklarından başlayarak dünya halklarını yönlendirmek zorunlulukları var. İran’a karşı yürütülen çirkin ve yanıltıcı kampanya giderek trajikomik bir hal alıyor. Onyıllardır Batılı güçler, güya “teröristlerin yetiştirilmesi ve ihracında merkez rolde” olan İran’a karşı mücadelenin ehemmiyetini anlatıp durdular ve İran’ı Irak ve Kuzey Kore’yle birlikte “Şer Ekseni”ne yerleştirdiler. Bir on yıldır da İran’ın barışçıl nükleer faaliyetlerinin sözde tehlikeleri hakkında yaygara koparıyorlar. Ancak İran bir biçimde atom bombası imal etse bile nasıl olup da onu 400 İsrail ve 2000 Amerikan nükleer savaş başlığına ve yine bu ülkelerin nükleer savunma teknolojilerine karşı kullanacağı meselesinin üzerinden atlamayı tercih ediyorlar. Ne var ki, kamuyu bu biçimde yönlendirmek yeterli gelmiyor olmalı. Zira ABD Savunma Bakanı Panetta’dan yakın zamanda öğrendik ki ABD İran’ın saldırı tehdidi altındaymış! Zalimin kendini mazlum diye yutturmaya, mazlumu ise bir tehdit gibi göstermeye çalıştığına şahit oluyoruz. Diğer bölge ülkelerini ve dünyanın kalanını İran tehlikesine karşı uyaran ikiyüzlü İsrail ironik bir biçimde Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesine İlişkin Antlaşma’nın (NPT) imzacılarından biri değil. Bu durumsa anlaşılan müttefikleri açısından sorun teşkil etmiyor. Bizim asıl ağır nükleer silahlarla donanmış ve 6 on yıldan uzun süredir Filistin’e ve bölgedeki Arap ülkelerine yönelik mütecaviz tutumu ve savaş çığırtkanlığıyla nam salmış İsrail’den endişe etmemiz gerekmez mi?

İran’a karşı emperyalistlerin yürüttüğü sahtekarca kampanyanın dünya çapında yürüttükleri ırkçı İslamofobi kampanyasının eşi olduğunu idrak etmeliyiz. Emperyalistlerin hilelerine karşı uyanık olmalıyız. Bugün mesele şu ya da bu rejimin tabiatı değil, emperyalist savaşa karşı durma meselesidir.

İran bugün bölgedeki politik ağırlığı, bağımsızlığı gibi nedenlerle tehdit altındadır. Etrafında saldırıya hazır düzinelerce ABD askeri üssü bulunuyor. Talebimiz ABD, BM Güvenlik Konseyi ve AB’nin İran’a yönelik yaptırımlarını koşulsuz sona erdirmeleri olmalıdır. NATO ve tüm emperyalistler Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan defedilmelidir.


Savaş ve İşgal Karşıtı Seferberlik (MAVO) hareketi ve Savaş Karşıtı İranlılar Topluluğunun (ICAW) ortak açıklaması


Yetmez ama Amed

Devletin KCK adı altında yürüttüğü operasyonlara karşın, “Özgürleşen Kürtler” meydanlara aktı. AKP tarihi yanılgısından derhal dönmeli. Diyarbakır fotoğrafı, yürütülen mevcut Kürt sorunu siyasetinin iflas ettiğinin de resmidir.

Diyarbakır’da Newroz coşkusu “yasak” dinlemedi. Kentin merkez ve ilçeleriyle çevre illerden gelen yüzbinler Newroz alanına aktı. “Kürtleri özgürleştiriyoruz” diyenler bu fotoğrafı doğru okumalı.

Diyarbakır’da bir milyona yakın yurttaş Newroz’u kutlamak için dünyanın tek Newroz alanı olarak adlandırılan meydana adeta aktı. Polis, barikat ve tüm engellemelere rağmen alana ulaşmayı başaran halk, attığı sloganlarla, “Öcalan’a özgürlük”, “Barış”, “Kürtlere statü” istedi.

Diyarbakır’da dün Newroz’u alanlarda ve kitlesel olarak kutlayan halk, üç yıldan beri aralıksız sürdürülen ve Adalet Kalkınma Partisi’nin (AKP)”Kürtleri özgürleştirmek için yapıyoruz” dediği KCK operasyonlarının fiyaskoyla sonuçlandığını da bizzat göstermiş oldu.

Yasaklarla dizayn edilmeye çalışılan ve halktan kopuk siyasetin varacağı mecraya iyi bir örnek teşkil eden halkın Newroz kutlaması, AKP’nin Kürt sorunu için izlediği yöntem ve söylemin ne kadar havada ve dejenere olduğunu da göstermiş oldu.

Başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin beyin isimlerinden Yalçın Akdoğan’ın, mevzuu KCK adı altında yürütülen operasyonlar olduğunda dile getirdikleri, “Kürtleri PKK’nin ve BDP’nin baskısından kurtarıyoruz” iddialarının da gerçeği yansıtmadığı ortaya çıkmış oldu.

Bilakis bu operasyonların halk tarafından kabul görmediği dün alenen anlaşılmış oldu.

KCK operasyonlarında 7 bine yakın kişi tutuklandı

2011 Haziran seçimleri öncesinde PKK’nin ateşkes ilanına rağmen 2009 Nisan’ından beri devam eden operasyonlarda, Kürt gazetecisinden sosyologuna, sinemacısından siyasetçisine kadar bir çok alanda tutuklama furyası başlamıştı.

Müzakereler kesilmiş ve PKK ile yaşanan çatışmalar kaldığı
 yerden devam etmişti.
Baharın yaklaşmasıyla birlikte artan gerginlik Newroz kutlamalarına 2 gün kala İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in yasaklama getiren açıklamalarıyla doruğa ulaşmıştı.

Geçtiğimiz yıllara kadar Newroz’u tümden yasaklayan devlet, Newroz’un bu yıl sadece 21 Mart günü kutlanabileceğine karar kılmıştı.

BDP’lilerin, “Halk istediği yerde istediği tarihte bayramını kutlar” açıklamasının ardından gözler Diyarbakır’a çevrilmişti. Diyarbakır’da halkın göstereceği tepki hükümetin Kürt sorununa dair yürüttüğü konsepte de bir anlamda tepki olarak kayıtlara geçecekti. Halk dün büyük coşku ve kitlesel bir şekilde, tüm engelleme ve yasaklara rağmen meydanlara çıkarak yürütülen politikaları kabul etmediğini gösterdi.

2012 Newroz’u, bugün gelecekten mesaj veriyor.

Bu mesajı en iyi ve doğru okuması gereken ise artık Ankara...


                                                                                                                                                                                 Faruk Arhan

Hana Şelebi'ye Özgürlük!

Dünya üzerindeki birçok insan 16 Mart 2012 günü, bir İsrail hapishanesinde tutulan ve yemek yemeyi reddeden Filistinli kadın tutsağa destek mahiyetinde bir günlük açlık grevi eylemi gerçekleştirdi.

Hana Şelebi 27 gün önce İsrail askerlerince gözaltına alındığından bu yana süresiz açlık grevinde. 

Tıbbi gözlemcilerin ve avukatlarının bildirdiğine göre Şelebi kas atrofisi, baş dönmesi nöbetleri ve bilinç kaybı yaşıyor.

İsrail devletinin gözaltına alma yönetmeliği uyarınca İsrail ordusu Filistinlileri mahkemeye çıkarılmaksızın ve herhangi bir suçlama olmadan “sözde” gizli kanıtlara dayanarak uzatma hakkı da saklı kalmak kaydıyla 6 ay boyunca gözaltında tutabiliyor.

Sözkonusu yönetmelik uluslararası hukuka aykırı olduğu gerekçesiyle Uluslararası Af Örgütünün desteğini de alan birçok insan hakları örgütünün protesto hedefi.

Açlık grevi eylemini örgütleyenler dünyanın muhtelif ülkelerinden binlerce insanın İsrail’i uluslararası hukuka uymaya davet etmek üzere destek vermesini bekliyorlar.

Avrupa’da Edinburgh Üniversitesi öğrencileri ve diğer öğrenci örgütleri 12 saatlik açlık grevi eyleminde yer aldılar.

Filistin’de ise yüzlerce insan ellerinde Şelebi posterleriyle Ramallah yakınındaki Ofer zindanının önünde toplanıp tesisi koruyan İsrail askerlerine sloganlarını haykırdılar.

Şelebi’nin eylemi Hıdır Adnan’ın ateşini yaktığı ve Filistinli tutsaklarca giderek yaygınlaştırılan  bir eylemler zincirinin halkası. Hıdır Adnan 66 gün süren ölüm orucunu ölmeye çok yaklaşmışken Şubat ayında İsrail yetkililerinin tutukluluk süresini sınırlandırmaya karar vermeleri üzerine bırakmıştı.

Şelebi’nin kardeşi Ammar  kardeşinin ya suçunun söylenmesini ya da serbest bırakılmasını  talep etti.

Şelebi geçen Ekim ayında serbest kalana kadar, İsrailliler tarafından 25 ay boyunca gözaltında tutulmuştu. 5 yıl boyunca Gazze’de tutulan Gilad Şalit’le takas edilen bin Filistinli arasında o da vardı.



Hikmet Kıvılcımlı'nın Eyüp Sultan Konuşması

Muhterem Vatandaşlarım! Sevgili İşçi kardeşlerim!  
Bugün, Müslüman İstanbul'umuzun, İstanbul'dan önce Müslüman olan Eyüp bölgesinde Vatan Partisi'nin sesini duyurmaya geldik.  
Sevgili vatandaşlarım!:.. Vatan Partisi İŞ ve İŞÇİ partisidir...Bunu söylerken, elimde olmayarak, Müslümanlığın büyük bir hizmetini hatırladım. O büyük söz der ki: "Kıyamete kadar yaşıyacakmış gibi çalış, yarın ölecekmiş gibi ibadet et" der. Vatandaşlar!... İbadet: HAK önünde konuşmak, halk önünde hakkı teslim etmek manasına gelir... Bugün, Vatan Partisi nin kendi prensiplerini HAK ve ÇALIŞMAK gibi iki prensip üzerine kurduğunu açıkça ortaya koymak lüzumunu duyuyorum.  
İslamın büyük prensibi, hepimizin bildiği gibi: "Leyse lil insane illa ma sea" der. (Yani: İnsan için, çalışmaktan başka, emekten başka her şey yalandır) der. İşte, o büyük hakikat: Aradan binlerce yıl geçtikten sonra, bugün, dünyanın en ileri memleketlerinde dahi, tek büyük TOPLUMSAL HAKİKAT, insanhğın bulabildiği en büyük hakikat olarak tanınmıştır. Bugün insanlığın yarattığı değer: EMEK üzerine kurulur: Avrupa'nın en büyük iktisat alimleri, İngiltere'nin klasik iktisatçısı denilen Adam Smith'ler, Ricardo'lar: Binlerce senelik insan ilminin neticelerini toplarken, o hakikati bulabilmişlerdir: "Leyse lil insane illa ma sea!" hakikatini: "Değer insanın emeğinden doğar" şeklinde ifade etmişlerdir... İşte Vatan Partisi'nin prensibi de, her şeyin temelinin, memleket siyasetinin de üzerinde kurulması icabeden temelin EMEK olması lazım geldiğini ifade eder.  
Türkiye'de emeği, insanın çalışmasını kim temsil ediyor? Şehirlerde işçi kardeşlerimiz, esnaf kardeşlerimiz.. Köylerde alınteriyle çalışan küçük, fakir köylülerimiz! Vatan Partisi Türkiye'de -bütün öteki partilerden farklı olarak- bu çalışkan zümrelerin hakkını arıyan, hakkını aramak için kurulmuş tek teşkilattır.  
Şimdiye kadar maalesef, büyük hakikatler daima küçük insanlardan uzak kalmıştır: Uzak bırakılmıştır. Yine vatandaşlarım gayet iyi bilirler ki, Hazreti Muhammed: "Ben hatemel enbiyayım" (Yani: "Ben peygamberlerin sonuncusuyum") demiştir. O büyük sözün manası üzerinde vatandaşları bir an düşünmeye davet ederim...  
Vatandaşlarım!... O zamana kadar insanlar arasında bütün düzeni kuran kanunlar ve kaideler "gökten iner"di. Hazreti Muhammed: "Ben sonuncu peygamberim!" demekle, bizlere şu büyük hakikati anlatmış. oluyordu: ARTIK KANUNLARINIZI KENDİNİZ YAPACAKSINIZ! demek istemiştir... Ve onun için insanların büyük toplantı yerleri: Camiler meydana gelmişti. Bütün İslamların camii: Adı üstünde CAMİ!..  
Cami: Hepinizin bildiği gibi, TOPLAYICI demektir, vatandaşlarım. Ve Müslümanların tatil günü de vaktiyle "CUMA" günü idi, vatandaşlarım.  
Bu ne demektir? Bir an düşünelim: CUMA, toplanma günü demektir. Nerede toplanıyoruz? Toplayıcı olan Cami de... niçin toplanıyoruz, vatandaşlarım? Hak için, değil mi?.. İşte o büyük ve necip dava, bugün dünyada insanlığın araya araya henüz bulabildiği, henüz güçlükle çalışabildiği Demokrasi dediğimiz gavurca lakırdının ta kendisidir.  
Mübarek Ezan-ı Muhammedi dolayısıyle buradaki HAK davamızın konuşulması bir an için durdurulmuştu. Sözümüze, müsaadenizle; yeniden başlıyoruz.  
Sevgili vatandaşlarım!..  
Ne zaman mübarek bir camiin; mübarek bir mescidin önünde bulunsam, daima, Hülefayi Reşidiyn zamanındaki vatandaşların siyasi hayatları gözüm önüne geliverir. Bilirsiniz, o zamanlar, camiler Müslümanların siyasi toplantı yerleri idi. Yani her Cuma, Halife bizzat camiin içerisine gelir, karşısındaki vatandaşlara bütün memleketin Umur ve Hususu hakkında hesap verirdi. Gene çok iyi bilirsiniz ki, devlet başkanı olan Halife, bizzat halk tarafından biat suretiyle reis olur, Yani seçimle iktidara gelirdi. Bizzat Halifeler seçilmiş devlet başkanı idiler. Bu seçilmiş başkanlar, her hafta, bütün Müslümanları önüne toplayarak, camide onlara memleket işleri hakkında hesap verirlerdi.  
O ibret verici hadiselerin bugün bize ne kadar büyük dersler vermesi lazım geldiğini düşünerek, bir hadiseyi hatırlatmaktan kendimi alamıyacağım... Ordular, hudutlarda zafer zafer üstüne kazandılar; fakat ele geçen ganimetleri Müslümanlar arasında kardeşçe paylaşılmak üzere gönderdiler, idi. O zaman başkente, baş şehre gönderilen kumaşlar, gene vatandaşlar arasında herkese aynı büyüklükte parçalar verilmek suretiyle paylaşılırdı, taksim edilirdi:... Vatandaşlar, o parça kumaşlardan kendilerine elbise dikerek camiye Cumhurbaşkanları olan Halifeyi, Ömer'i dinlemeye gittikleri zaman... Halife söze başlar başlamaz, Müslümanın biri ayağa kalktı. "Ya Ömer" dedi, "Sen bir hırsızsın, senin söyleyeceğini Müslümanlar dinleyemez" dedi.  
Düşünün vatandaşlarım: Demokrasinin o zamanki manzarasını düşünün. Lalettayn, adsız bir vatandaş, lütfen kalkıyor, devlet başkanına, hiç bir izah yapmaksızın: "Sen bir hırsızsın!" diyor. Bunun üzerine devlet başkanı Ömer ne yapıyor? Ne yapsa beğenirsiniz? Yani, ondan sonra çeker kılıcını, uçururdu söyleyenin kellesini, değil mi?.. Hayır. Hazreti Ömer: "Bu sözün sebebi var mı? Ben neden hırsızım? Bilmiyorıım. İzah et: Eğer hırsızsam hakikaten, sözümü keseyim." dedi: Soğukkanılılığa, tahammüle, tenkit karşısındaki insanca tepkiye bakalım. Bundan, bugün için bugünkü devletle vatandaş arasındaki münasebetler için büyük neticeler çıkarmaya çalışalım.  
O zaman, bu adsız vatandaş; cemaat ortasında kalkıp kendi üstünü gösterdi: "İşte bak" dedi, "Hepimize dağıtılan kumaştan ben de üzerime elbise yaptım. Ancak küçük bir sako, küçük bir ceket çıktı bana... Halbuki sen, Ey Ömer! boyunca kocaman bir cübbe giymişsin. Bu cübbeyi yapmakla, sen, o kumaştan bütün vatandaşlara düşen paydan iki hisse aldın. Demek, çaldın.. Demek hırsızsın! öyle ise, ben senin hilafetini tanımıyorum, sen sus!" dedi. Bunun üzerine Hazreti Ömer ne yaptı? Hiç kızmadan, tehdit etmeden, sükunetle oğluna: "Ya Abdullah! Kalk cevap ver" dedi. Oğlu kalktı. Dedi ki: "Vatandaşlar, görüyorsunuz.:" dedi, "Benim üzerimde sizinki gibi kısa bir ceket te yok. Ben hissemi babama verdim. Babam da bir cübbe yaptı." bunun üzerine Ömer:  
"- Ne dersin?"  
Diye sordu o vatandaşa. Ve vatandaş cevabında:  
"- Peki: " dedi. "Anladım, hırsız değilmişsin, Ömer. Otur şimdi, söyle, dinleyeceğim." dedi.  
Vatandaşlar!... İnsanlık tarihinde, bizim yakından tanıdığımız halkçı idare üç dört günde icat edilmiş bir şey değildir. Bizim, en müstebit sultanların zulüm yaptığı Şark memleketlerimizde dahi, öyle büyük geleneği olan bir demokrasi 1400 yıl evvel kurulmuştur. Biz hala bugün, o kadar kuvvetli demokrasinin vücudunu hayranlıkla:  
"- Acaba var mıymış? Nasılmış? Ah! Ben de öğrenebilsem.." diye arıyoruz. Hepimizin, şu mübarek tanrı evinde, beş vakitte dualarla andığımız hayat, özlediğimiz şey: O büyük insan demokrasisi değil mi?  
Lakin ondan sonra ne oldu, vatandaşlarım? Daha Muaviye denilen zat Suriye valisi iken, o büyük demokrat Hülefayi Raşidiyn'in memleketteki izlerini silmeye çalıştı. Muaviye kimdi, bilir misiniz? Muaviye, Kureyş'in para ile Müslüman olmuş büyük bezirganlarından Ebü Süfyan'ın oğlu idi:.. İşte, bizim Şark memleketlerimizde vatandaşla devlet arasında ilk zehiri koyanlar.. Bu, 1400 sene evvel para ile Müslüman olmuş bulunanlara "Müellifetül-kulub" mü diyeceksiniz?.. O Müellifetül-kulub, hatta, Kur'an i Kerim'in bile içinde, tahsisat alma haklarını kazanmışlardı... İşte bu adamlar, memlekette kendi bezirgan kârlarını, kendi bezirgan ruhlu çocuklarını ilerletmek için, vatandaşlara karşı suikast hazırlarken.. ilk işleri, o demokrat devlet başkanlarını, Hülafayi Raşidiyn'i ortadan kaldırmak olmuştu. Ve derebeylik ondan sonra başladı.  
1400 sene, mütemadiyen derebeylerin ardarda gelişi ile, insanlar adeta hak aramaktan korkar hale geldiler, ve siyaset demekten korkar hale geldiler. Bugün vatanımızdaki fakir fukaranın "siyaset"in sözünden korkmalarının baş sebebi, o büyük geleneği silmiş olan Şark derebeyliğidir. (Osmanlıca'da siyaset sözünün lugat karşılığı bile "adam asmak" anlamına geliyordu!). Bugün, Osmanlı İmparatorluğundan, maalesef bize hala o kötü terbiye: Siyasetten kaçmak, hakkını aramamak gerektiği gibi kötü adetler.. hâla intikal etmiş bulunuyor. Ve biz hâla memleketin idaresini yalnız birkaç büyük bezirganın yapabileceğini zannediyoruz.  
Halbuki, büyük bezirganların yaptıkları nedir? İşte bugünkü PAHALILIK'tır, vatandaşlarım.  
Bir parti çıkarırlar: "Demokrat Parti" derler. Bu Demokrat Parti:  
" - Halk idaresini; halk hürriyetini ortaya koyacağım" der.  
Fakat en büyük vaadettiği şey malüm. Halka:  
" - Sana ucuzluk getireceğim."  
der, vatandaşlarım. Bir de bakarsınız, 7 yıl sonra ne olmuştur? İşler, tepesi taklak gelmiştir.. O zamana kadar görülmedik bir pahalılık başlamıştır. Ondan sonra da Sayın Menderes.. Bakın, geçen gün gazeteye verdiği beyanatta, bakın ne diyor:  
" - Göstersinler bir çare... Çare yoktur, pahalılığın çaresi yoktur!" buyuruyor:  
Vatandaşlarım, ben. size, herhangi bir hastalık karşısında kaldık mı, nasıl hareket ettiğimizi hatırlatacağım. Evvela hastılığın mikrobu nedir. Hastalığın sebebi nedir? Onu buluruz... Değil mi, vatandaşlarım? Sonra, o sebebe karşı ilaç ararız, ilaç buluruz. .. Bizim memleketimizdeki pahalılığın sebebi nedir acaba?  
Eğer bugünkü iktidara bakarsak, memlekette her yer güllük gülistanlık.. Pahalılık denilen şey de yoktur.... Öyle mi, vatandaşlarım?  
Evet, pahalılık bazı kimseler için yoktur. Günde 2 bin lira kazanan bir insan için, fasulye 1 lira da olsa, 4 lira da olsa, hiç farketmez. O kimse belki de sadece pirzola yiyecektir... Onun için pahalılığın manası mı olur?.. Ama günde 4 lira ücret alan bir işçi vatandaş için fasulyenin 1 liradan 4 liraya çıkması, çoluk çocuğunun o gün ekmeksiz kalması demektir.  
Rakamlara istinad ediliyor. Geçen gün Sayın Celal Bayar hazretleri diyor ki: "Milli gelirimiz, biz (yani Demokratlar) iktidara gelmezden önce 400 lira idi (Senede 480 veya 380 imiş. Ben size rakamları basitleştirerek 400 veriyorum). Biz iktidara geldik, bugün, ilmi şekilde her vatandaş başına düşen para 800 lirayı geçmiştir" diyor. Ve bununla, bu rakamla ispat etmek istiyor ki, vatandaşların kazancı Demokrat Parti sayesinde iki misli olmuş, artmıştır. Doğru mu acaba, vatandaşlarım?  
Rakamlar doğru. Ama bu rakamların arkasındaki hakikat nedir? Vatandaşın kazancı hakikatte fazla artmış mıdır?  
Artmıştır, ama artan şey sadece kağıt paradır.  
Hepimiz pek iyi biliyoruz: Kağıt paranın kendine has bir kıymeti yoktur. Kağıt para bir kıymetin ifadesidïr. Ve mecburi olduğu... onu elden ele geçirmeğe mecbur olduğumuz için, tedavülü mecburi olan bir nesne olduğu için kıymetli gibi görünür bize. Hakikatte o kağıt para: Mecburi elden ele geçecek diye bir devlet zoru olmasa... onu sokağa atsanız kimse dönüp bakmaz bile, pis bir kağıttır. Üzerine mikrop bulaşmıştır. Hatta ele alınır kağıt değildir. Kullanılmış kağıt parçasını kim eğilir de yerden alır? Ne çare ki, mecburiyet hepimizi bu kağıdı almaya sevkeder: Sahici paranın kıymeti onun üzerine harcanmış emekle ölçülür. İnsan emeği ne kadarsa paranın üstünde, o kadar değeri yüksek olur. Nitekim altın böyle, üzerine fazla insan emeği harcanmış büyük değerde bir nesnedir. Ve kıymetli para altındır, vatandaşlarım.  
Halbuki, Celal Bayar'ın.. İşte söylediği para, kağıt paradır: zati kıymeti bulunmayan, ancak Merkez Bankası'ndaki kasalara karşılığı altın olarak konulmuş bulunan kağıt paradır.. Şayet, Merkez Bankası'ndaki altınlar başka bir yere harcanırsa, bizim elimizdeki kağıt para, mütemadiyen kıymetten düşer. Ve başımıza gelen de bu olmuştur.  
Hepiniz az çok bilirsiniz. Vatandaşı cahil yerine koymak doğru değildir. Fakat, idarecilerimiz daima o yolu tutturuyorlar:  
"- Nasıl olsa vatandaş bilmez, anlamaz. Söyleyelim." derler.  
Fakat, burada anlaşılmıaacak bir şey yok. Reşat altını 1914 yılında bir altın bir banknot, bir kağıt lira idi. Bugün, bir Reşat altını 126-136 liradır. İşte, kağıt para ile altın paranın farkını göz önüne getirin: O zaman vatandaşlarımızın kazancı artmış mı, yoksa düşmüş mü, oradan anlarız.  
Demokrat Parti iktidara geldiği sene altın: Bir Reşat altını 34 lira idi. Şimdi 134 lira oldu. Demek elimizdeki kağit paranın karşılığı, kıymeti 4 misli düştü. O halde biz: Bir işçi vatandaş, herhangi bir köylü vatandaş senede milli gelirden üzerimize düşen parayı hesaplıyalım: bu 400 lira idi ise, bugün onun (4 kere 4 onaltı liradan) 1600 lira etmesi lazımdır: Halbuki Celal Bayar hazretleri, -kendileri rakam veriyorlar, - diyorlar ki "800 küsur oldu". Demek, o zamana nazaran, vatandaşın milli gelirden aldığı pay 2 misli artmıştır, ama elindeki para 4 misli düşmüştür. O halde, Demokrat Parti iktidara gelirken elimize geçen kazancımız, bugün yarı yarıya düşmüştür. Ve işte bizim sıkıntımız da bundan ileri gelmektedir, vatandaşlarım.  
Bu para oyunu, memleketin en büyük politika oyunudur. Eğer, vatandaşımız bu oyunları hesaba katarak siyasete el koymazsa, yani bu oyundan zarar gören vatandaşlarımız, artık bu oyuna son vermek için, siyasette söz ve tesir sahibi olmazsa, bu gidişin sonu gelmez, vatandaşlarım. Onun için, işçi kardeşlerimizden, köylü kardeşlerimizden, gelen teşebbüsle, bugün bir Vatan Partisi kurmuş bulunuyoruz. Çalışan vatandaşlarımızdan hiç biri, elindeki paranın her sene yarı yarıya düşmesine taraftar değildir. Çünkü, evindeki çocuğunun rızkı da yarı yarıya düşecektir.  
Bu gökten inme bir afet değildir. Pahalılık, paranın düşmesi: Yine bizim meselemizdir. Ama, sizin, bizim değil, çalışan, alınteri ile ekmeğini çıkaran fakir fukarının eseri değildir. Maalesef, memleket idaresini elinde tutan ve bezirganca pahalılık ve vurgunculuk oyunları ile uğraşan bir zümre vardır. Bunlara bezirgan derler. Onların işine gelir pahalılık. Çünkü, paranın kıymeti düştü mü, geçen sene bir kilo fasulye aldığımız bir lira, bu sene yarım kilo fasulye alınca: işçinin ücreti de yarı yarıya düşmüş demektir. Halbuki, işçiyi kullanan işveren, bu sene aynı ücreti verdi mi, geçen yıla nazaran yarım ücret veriyor demektir.  
Köylü buğdayını, peynirini, yağını, mahsulünü satıyor: Para yarı yarıya düştü mü, geçen sene iki liraya sattığı malı, bu yıl bir liraya satmış demektir. işte yandı yarı kıymeti! Amma, köylünün malını ondan alıp ta ticaret yolu ile kazanca giden bezirgan: Malın fiyatına istediği zammı yapmak suretiyle, onu istediği kadar pahalıya satabilir. Ve işte bugün gördüğümüz manzara da budur.  
Yani, gerek paramızın kıymetinin düşmesi, gerek hayat pahasının ateş pahası olması tesadüf değildir. Yani, talihsizliğimiz değildir, günahımız da değildir. İlahi bir... demeyelim, azap da değildir. Bizim tanrıya karşı günahımız nedir ki, tanrı bize öyle bir azabı ilahi göndersin? Bu doğrudan doğruya siyasetin eseridir. Bu siyaseti durdurmak için, vatandaşların: Kendilerinde vardır dediğimiz haklarını, (yani siyasi meselelerle uğraşmak, oyunu bildiğine değil, namuslu bildiğine vermek suretiyle) siyasi kudretini kullanmaları lazımdır.  
İşte bugün (ve daha 28 gün önümüzde), 25 milyon nüfuslu Türk milletinin düşünmesi, taşınması icabeden mesele budur. İşte bu ağır, bu müthiş mesele içindir ki, iyi niyetli vatandaşlarımızı belki işinden gücünden ederek burada toplamak lüzumunu duyuyoruz. Burada, ayak üstünde sizi yormağa teşebbüs etmemizin sebebi: Artık, vatandaşlarım bu hak sizindir deniyor. Eskiden padişah emrederdi; halk onun fermanına boynumuz kıldan ince derdi. Bu gün diyorlar ki: "Sen, bana oyunu verdin. Kendi oyunla, senin emrinle iktidara geçtim. Eh, ne yapalım, pahalılık oldu ise, kabahati yine sensin. Getirmeseydin bizi iktidara!" Adeta bu duruma.getiriyorlar milleti. Pahalılığı yapan sizmişsiniz vatandaşlar! Sizin aklınızdan geçiyor mu böyle bir şey? Hiç bir vatandaş elindeki parasının yarı yarıya düşmesini ister mi? Hiç bir vatandaş: 100 kuruşa aldığı mal, illa 200 kuruş olsun diye çabalar mı? Amma, neticede öyle bir mekanizma kurulmuş ki, öyle bir siyasi, iktisadi Ali-Cengiz oyunu dönüyor ki... en sonunda gene biz kabahatli çıkıyoruz, vatandaş kabahatli çıkıyor. <<Oy verdin, ben de yaptım.>> diyor.  
Onun için, Allah rızası için vatandaşlarım: Seçim çocuk oyuncağı değil.. Buradaki toplantımız bir seyir ve eğlence de değil.. Hepimizin alınyazısı, meselesi, evimizdeki çoluk çocuğumuzun rızkı meselesidir... seçime gireceğiz. Vatandaş seçimde, kimi seçecek? Bütün, Vatan Partisi haricindeki partilerin, gerek iktidar, gerek muhalefet... hepsinin aday listelerini gördünüz mü? Kimler var orada dikkat ettiniz mi? Ben söyleyeyim: Bir hayli eski bakan; eski meb'us.. Yani, bu memleketin, hiç olmazsa 30 seneden beri bu memleketin altınını,10 liradan (bir altını on liradan) 136 liraya kadar düşürtmüş yahut çıkartmış; yani elimizdeki parayı on misli değil, yüz misli düşürmüş insanlar... sürüyorlar ve oyunuzu yine bunlara verin diyorlar. Yahu, yetmez mi bu adamlardan bu milletin çektiği?  
Yine o aday listelerine dikkat buyrun: falan vekaletin, filan müdürü umumisi, yahut falan yaldızlı general, yahut amiral bey efendi hazretleri! İyi kardeşim. Gerçi, belki bu iyi insan, umumi bir ihtimal ile şahsen namuslu bir insan, öteki generaller vs. olabilir. İhtimal ki kendi mesleklerinde iyi bir iş yapmışlardır. Amma, (hoş, demin arkadaşımızın dediği gibi, iş asiyab'ı devleti (devlet değirmenini) döndürmektir ya, onu bir har (eşek) da döndürür demiş şair ya, neyse, o devlet değirmenini bu yaldızlı ve rütbeli zatlar idare etmişler.. Amma nasıl idare etmişler?  
Bunların içinde bu memleketi 33 sene istibdat altında tutmuş Abdülhamit devrinden kalma büyük memurin de var. Onları bırakalım. Bunların içinde, öteki partilerin aday diye önümüze sürdükleri kimseler içinde, bu muhterem zevat içinde: Abdülhamit saltanatı kadar bu memlekette hüküm sürmüş Tekparti istibdadının kapıkulları da çoktur. Hepsi o devrin mahsulüdür. Yahu, bu adamlar, şahsen ne kadar iyi olurlarsa olsunlar, daima yukarıdan bir şefin emrine itaat etmeyi çok defa kanuna itaat etmekten üstün saymış insanlardır. .  
Tekparti değil mi? Demokrasi yokmuş o zaman.. Şimdi bunu diyorlar.. O zaman da Demokratız diyorduk, ama, şimdi anlaşıldı ki (7-8 seneden beri) o devrin ismi bal gibi istibdatmış. Yani, işte, halkın hissi sorularak; hallnn reyi alınarak işler yapılmamış. Ya nasıl yapılmış? İşte böyle: falan vekaletten bir memur koysun adaylığını, alkışlıyalım şakşak! Maaşallah büyük adamdır.. ve ver oyunu: Girsin Meclise.  
Meclise giren kaç kişi? Dörtyüz. 201 kişi böyle olacak, dedi mi; kanun çıktı. Ondan sonra, hadi bakalım bu kanuna karşı gel de hakkını ara.. Velhasıl asi vaziyete girer adam, vatandaş!  
Yani iş zannetiğinizden çok daha ciddi. Ve bu ciddi meseleler, maalesef bugüne kadar gelmiş geçmiş idareler gibi, bugünkü muhalefet ve iktidar partilerinin hepsinde hala böyle: Eski devlet kapıkullarını önümüze bir matahmışlar gibi seriyorlar; o yaldızlı, şöhretli insanları milletin emrinde çalışacak Milletvekilleri yapın, diyorlar.  
Bu haksızlıktır, vatandaşlar! Milletvekili nedir, vatandaşlarım? Milletvekili: milletin seçtiği mümessildir. Yani benim, senin vekilin demek. Benim, senin vekilimiz ne demektir vatandaşlar? 100 liralık bir alacak davamız olsa, bir vekil seçmek için 80 kapıya başvururuz. Acep: Şu avukat namuslu mu, öteki dava vekili daha mı iyi işten anlar, diye uğraşırız. 25 milyon nüfusumuzun 4 sene başına istediği kanunları yağdıracak olan 400 kişiyi seçmek için daha az mı düşüneceğiz? Kimdir bu adamlar diye sormayacak mıyız? Bazıları karşımızda çekip sigaya, onlardan hesap istemeyecek miyiz? Onları tanımayacak mıyız?  
İstanbul: Bir buçuk milyon nüfus! Bu bir buçuk milyonluk nüfusa 39 milletvekilini toptan seçeceksiniz diyorlar. Ne ayıp? Ayın 27'sinde hep sandık başına gideceksiniz: Seç bakalım 39 kişiyi! Bu 39 kişi içinde kaç tanesini tanıyorsunuz, vatandaşlar? Tanımak için elimizde ne var ki? Karşımıza gelmiş, bir şey mi anlatmıştır. Evinize uğrayıp, tencerenizde ne kaynıyor diye mi bakmıştır. Pazardaki fiyatların yükselişi önünde size bir yol mu göstermiştir? Hayır. Sadece falan vekaletin, filan memuru!:: Falan general!.. Filan amiral!..  
Yahu, bunlar memur.. Bunlar yukarıdan, amirden emir almağa alışmış insanlar. Bunlar aşağıdan halktan, milletten emir almayı bilmiyorlar. Öyle öğrenmemişler, kabahatleri yok. Bunlar, 30 senedir, hala bugün dahi: Sïyasetten yasak edilmişlerdir.  
Ne demek istediğimi izah edeyim. Memur siyaset ile uğraşmaz, diye bir kanun var vatandaşlarım. Peki, bu muhterem zevat 30 sene kendini çekmiş, ve münevver olmasına rağmen: "Yasak koymuşlar, siyasetle uğraşmayacağım!" demiş. 30 sene sonra tekaüt oluyor.. Çıkıyor bir parti karşısına: "Gel beyefendi, sen siyasetin üstadı ol.. Ve milletin hakkını sen arayacaksın!" diyor. Yahu, bu olur iş midir? Bu, bir anda, 30 sene siyasete tövbe etmiş, yani memleketin, milletin hakkını aramayı aklından geçirmemiş bu vatandaş, ne kadar muhterem, büyük bir memur olursa olsun, bir saniyede: Hangi mucizeli değnekle, hangi mucize ile diyelim, birdenbire vatandaşın her haline yüreği sızlayan, vatandaşın her derdi ile dertlenen vekiliniz olacakmış? Buna karşı elimizde ne garantimiz var?  
39 milletvekili seçeceğiz. 39 kişinin bir tanesini içinizde tanıyanınız var mı? Allah rızası için soruyorum. Varsa bana söylesin, yüzünü gördüm desinler.. Biriniz birinin yüzünü gördüm, desin de, üzerinde konuşalım. Bu seçilecek 39 meb'us adayı, hangi partiden olursalar olsunlar, onlardan hiç birisi ile dertleştiniz mi? Var mı içinizde, vatandaşlar? Çünkü burada 500 kişi var.. 40-50 kişi olsun, içinizden birisinin rastlaması lazım. Hani? Yok mu?.. Olmasına da imkan yoktur. Ama gittiniz mi seçim yerine, listeye oyu attınız mı... O, diyecek ki: "Ben sizin vekilinizim!" 4 sene sana istediği kanununu çıkaracaktır. Ve sen gık  diyemiyeceksin.  
Aman, Allah için vatandaşlar: Yapmayalım bu ciddiyetsizliği. Vekil sizin namınıza hareket ediyor. Benim vekilimi ben seçmezsem, inceden inceye arayıp ta onun bana hakikaten candan sadık vekil olacak vekil olduğunu kestirmezsem, ona nasıl şerefimi, namusumu, hayatımı teslim ederim?  
Yarın o vekilim: "Harp!" der, beni harp cephesine gönderir. Orada ölürüm! Demek hayatıma kadar isteniyor. Yarın, o vekil bir kanun çıkarır ve piyasa fiyatları, yallah eder, minare boyu çıkar. Ben evde işsiz aç kalırım, çoluk çocuğum hasta kalır.. Bütün bunlar millet meselesi değil mi?  
Binaenaleyh, bu kadar ciddi davada, niçin vatandaşlar, biz ilgilenmiyelim? Niçin fakir fukara kendi içinden kendi güvendiği adamı seçmesin? Bütün mesele budur, vatandaşlarım! Seçim bundan ibarettir. Yoksa, birtakım meşhur, tanınmış, yaldızlı beyefendileri çıkarıp o zamana kadar almadıkları iki üç misli maaşla milletvekili yapmak politika değildir, vatandaşlarım. Ve bunu yaparsak, kendi kendimize günah işlemiş oluruz, vatandaşlarım.  
O zaman ne oluyor? Falan dairede memur iken 500 lira alıyorsa, meb'us oldu mu, 2000 liraya 3000 liraya kondu mu, aman maaşıma bir şey gelmesin, neme lazım, falan.. her şeye peki demek zorunda kalıyor. O da insan ya.. O da, zavallı bir insan, hatta...  
Binaenaleyh, Vatan Partisi bu gibi mahzurları düşünerek, bir kere asker ailesine bağlanan maaş ne ise, mebusa da o maaş verilsin, diyor. Bunu bir jest olsun diye yapmıyoruz. Bu memleketin başındaki afeti silmenin birinci basamağı bu olmalıdır.  
Bir meb'us milletvekilliği gibi bir şeref için oraya gitmiş olmalıdır, kazanç için değil. Ama, yol da gidecekmiş.. Evet. Ona yol harçlığı değil de, ona yollarda bedava gitmesi için, milletin ayağına varıp onun derdini dinlemesi için lazım gelen her türlü vasıtaya binme imkanlarını verelim. Fakat onun maaşı bir vatandaşın geçiminden fazla oldu mu, o maaşın kulu oluverir.  
Çünkü o, senelerce bu memlekette kapıkulluğuna, yani 300-500 lira maaş almak pahasına siyasetle uğraşmak gibi, bir aydına yakışan tek insanlık şerefini feda etmiştir. "Uğraşmayacağım siyasetle, ben memurum, kellemi aldım rafa koydum" diyebilmiştir. Böyle bir insanı: "Sen git milleti düşün!" diye gönderirsek, o insandan her türlü kusur beklenebilir. Ve zaten başımıza gelen de budur.  
Vatandaşlar!.. Bütün öteki partiler, işin bu tarafinı milletten gizlemek suretiyle, adeta, oldu da bitti ile, vardı geldi Konya altı saat, seçimi yaptırıp oraya 400 tane kendi adamlarını göndermek istiyorlar. Vatan Partisi de diyor ki, bu memleketin içinde yüz kişiden 99 kişisi fakir fukaradır: Köylüdür, İşçidir, Aydındır, Küçük memurdur... Bunların hepsinin rızkı oradan  çıkacak kanunlarla tayin ediliyor.  
Ben size her yerde tekrarladığım bir misali tekrar edeceğim. Nasıl oluyor da bu memlekette idaresizlik yüzünden, hatta o yolda idare ve sevk yüzünden bugünkü hayat pahalılığı birdenbire ateş pahasına çıkmıştır? Bunun sebeplerini araştırıp, üç gündür İstanbul'un dört bucağında bu misali veriyorum. Ve sayın basın: Kendisine "Hür Basın" adını veren bizim gazeteler, tek kelime bile bahsetmemiştir. "Vatan Partisi'nin toplantısı çok sönük geçti" demiştir. Elektiriğimizi söndürmüş...  
Bu basın, esasen işin bir tarafı da, bugünkü gibi kendisine hür sıfatını bedavadan takmış olan basınımızdır. Vatandaşlar!... Dünyanın her tarafinda gazete çıkar. Ben her memleketin gazetelerini okurum, naçizane... hiç birinde bu bizim memleket gazeteleri gibi kendisine: "Biz hür gazeteyiz!" diyen görmedim. Sadece gazetedirler. Bizimkiler: "Hür gazete!" dir: "Hür Basın!..."  
Fakat, millete yarar tek bir hakikati ortaya koymama hususunda hepsi müttefiktirler. Milletle alakalarını kesmiş olmak hürriyetse, o bakımdan hürdürler. Hürriyetle alakaları yok.  
Bu neye benzer, bilir misiniz? Ben bir şeye daha dikkat ettim, vatandaşlarım. Bu memlekette 40-45 banka, 40-50 ticaret şirketi, 40-45 sanayi şirketi vardır. Bunların isimlerini dikkatle tahkik etmişimdir, ve bir şeye hayretle şahit olmuşumdur. Dikkat ettim: herhangi bir firmanın başında "Türk Bilmem ne ihracat fırması", "Türk bilmem ne" şirketi diye... Türk kelimesi kondu mu, kurcalamışımdır İdare Meclisini. Belki içlerinde Türk de var, amma geri kalan hepsi Levanten çıkmıştır. Yani Mişan, Kostaki... Ama, Firmasının başı, kocaman antet.. Gidin görün, Beyoğlu'nda gezin görün... Her tarafta, başta kocaman "Türk!" Çünkü <<Türk>> değil, vatandaşım.  
Al bunu, bizim basına çevirin. Alnının ortasına basmış: <<Hür basın!>> Neden? Çünkü şüphesi var kendisinden, şüphesi var vicdanından, şüphesi var hürriyetinden... Hür değil.  
 Ama, ona hür olmasın diye bir mecburiyet mi dayatılmış? Milletin menfaatini ortaya koymasın diye bir kanuni baskı mı var ona? Yalan, vatandaşlarım. O sadece kendi menfaatini güden bir müessese olarak, gazeteci yalnız sırça saray kurup sefa sürmeği düşündüğü için, millet namına yaldızlı lafları savurmak suretiyle, milletin fakir fukarasını düşünmeyen partileri, yalnız o partileri, davul zurna çalmak suretiyle, millete matahmışlar gibi göstermek suretiyle kendi geçimini, kendi zevkini, kendi cennetini kurmakla meşguldür.  
Onun için, dergiler, gazeteler, dünyanın her yerindeki basın nasıl yaşar, bunu bilir misiniz, vatandaşlarım? Biz işin içindeyiz, biliriz. Basın, yani gazete 10 kuruşa altı sahife kağıdını bile bulamaz. Gidip bakkaldan alın: 10 kuruşa kocaman tabakalardan üç tane kağıt alabiliyor musunuz? Yağma yok, alamazsınız. Yalnız kağıdını; Ya bunun baskısı nerde? İşçisi nerde? Mürekkebi nerde?  
Nerden çıkıyor bu para? Nasıl batmıyor bu gazeteler? Satıştan değil,vatandaşlarım. Senin ve benim verdiğimiz 10 kuruş ve 5 kuruşlar gazeteyi yaşatmıyor. Ya ne yaşatıyor? Para yaşatıyor,ilanlar yaşatıyor. Hangi ilanlar? Bezirganların gazetelerdeki, her sayfası on bin lira veya yirmi bin lira tutan, reklamlarını vermeleri yaşatıyor. İşte bizim o hür dediğimiz matbuat o ilanların kuludur.  
İlan şirketi kimin elindedir, bilir misiniz? Gazetelere ilanları, reklamları dağıtan şirket kimdir? Hoffer isminde bir şirkettir Babıali de. Hoffer isminden anlıyorsunuz. Evet; belki nüfus tezkeresinde Türk tebası yazıyor. Hoffer isminde Türk işittik mi? Hayır. Bu adamın elindedir, bu şirketin elindedir. Bütün neşriyat ve gazetelerin alacakları ilanların şirketi odur. Binaenaleyh, gazetelerimizin can damarı onun elindedir.  
Gazetelerimiz bunun için hür değildir, vatandaşlarım. Milletin gazetesi değildir. Bunu herkese ilan etmek lazımdır. Onun içindir ki, bu gazeteler, yalnız bezirgazıların işine gelen öteki partilerin meddahlığı ile geçinirler.  
Vatan Partisi 3-4 gündür seçimlere katıldı ve her yerde söylediği hakikatleri burada da tekrar ediyor. Söylediklerimizden bir tekini okudunuz mu gazetede? Yok. yazmıyor. Bir gazete: "Vatan Partisi toplantısı sönük geçti. Elektiriğini söndürdüler Vatan Partisi'nin, onun için çok sönük geçti!" dedi mi? Elektriklerimizin söndürüldüğünü dahi yazmadı.  
Bizim "Hür basın"ımızın iç yüzü budur. Onun için Türk basını, maalesef, milletin efkar'ı umumiyesinin mümessili olamamıştır; ve bu gidişle olamaz da..  
Vatan Partisi buna karşı çare bulmuştur. Vatandaş topluluklarının kuracakları teşkilatlar bu memlekette gazete çıkarmalıdır. O zaman her topluluğun fikri, kendi gazetesinde, hakikati gizlemeksizin, olduğu gibi yazılabilir; ve o zaman gazete kendi efkar'ı umumiyesinin mümessili olur.  
Bu şimdikiler beş tane büyük bezirganın, gazete bezirganının neşriyatıdır. Beş, büyük gazete bezirganı, hiç bir zaman fakir fukaranın menfaatiyle ilgili değildir. Fakir fukarının partisi olan Vatan Partisi'nin adını bile duyurmamak için dört seneden beri uğraşıyorlar. Dört seneden beri, Vatan Partisi ancak bugün; Seçim Kanunu'nun bahşedebildiği üç beş gün içinde, nasılsa siz değerli, sevgili vatandaşlarımızla karşı karşıya gelip kendi fikrini sizlere açmak imkanını bulabilmiştir. (Alkışlar).  
(Yani düşünüyorum).. Görüyoruz ki, biz oyumuzu verirken, o hür olmayan gazetelerin bize her gün matahdır diye temcit pilavı gibi sürdüğü birtakım adamları meşhur sayıp, onların bize vekil olacağını zannedip, aldanıp oyumuzu veriyoruz.  
Bütün her şeyimizi, her ocağımızı ayrı ayrı baskı altında tutan pahalılıktan bahsederken: Basın meselesine temas ettim. Belki söz biraz dağıldı. Fakat: seçimin, memlekette söz hürriyetinin, fikir serbestisinin manasını anlatmak için, orasını da tekrar etmek lazımdır.  
Şimdi, bu hür basının hiç bir zaman birinci derecedeki mesele gibi koymadığı şu pahalılık meselesine dönelim. Evet, belki o da: pahalılandı, şöyle oldu, böyle oldu diyor. Maksat, en başta Demokrat Parti'den ayrı Cumhuriyetçi Millet Partisi'ni, yahut Cumhuriyetçi Halk Partisi'ni bu sefer kazandırmak.. Yani, 4 sene geldi, bindi üzerine DP.. Yürüttü. Şimdi DP eskidi. Binaenaleyh, yerine, gene eski tas eski hamam: Bu eski rütbelu, yaldızlu beyleri yeniden getirelim. Bir 8 sene de onlar sürsün. Gazetelerin demesi bu...  
Nasıl oldu da, DP'nin iktidara geldiği 7 sene içinde eşya fiyatları 4 misli çıktı; paramız 4 misli düştü? Bunu onlara sormayın. Buna, buğday meselesi diye, daima tekrar ettiğim bir mesele çok güzel cevap verir. Onun için aynı meseleyi tekrar ediyorum.  
DP henüz piyasaya çıkmıştı. Sayın Adnan Menderes de onun meclisteki sözcüsü idi. CHP'nin idaresi iktidarda iken, sayın Menderes Millet Meclisinde bir buğday meselesi etrafında ateş püskürdü. Mesele şu idi: Tüccarlar Ofis'ten 18 kuruş 18 santime buğdayın kilosunu almışlar. Ecnebiye 15 kuruşa satmışlar. Zarar mı etmişler? Hayır. Kar etmişler; ve bundan büyük kavga çıkmış ve ta Millet Meclisine kadar gitmiş. Bu mesele ile ilgili olarak Adnan Menderes şöyle, söylemiştir:  
"Bu hububatın 400'den fazla talibi bulunduğu halde, 25 kişinin eline geçirilmesi sebebinin..." (Şerit değiştirildiğinden zabtedilemedi)...  
Şimdi, 200 bin ton buğday İspanya'ya satılmıştır. Bu buğday yine bezirganlar tarafindan Ofis'ten tonu 96 liradan alınmış, kefereye 90 liraya satılmış... 96'ya alıyor, yanlış değil, 90'a satmış.. Zarar mı etmiş bu bezirganlar? Hayır. Bakın ne oluyor. Daima tekrar ediyorum: Bir küçük tüccar kazara 10 kuruşa aldığı malı 8 kuruşa satıp ta iflas ediverse, hiç birimiz yazık oldu bile demeyiz. (İki kelime anlaşılamadı). Hele devlet baba, umurunda bile değil, bakmaz bile. Yahut alacağı varsa, gider dükkana, tasını tarağını toplar, onu da haciz yolu ile satmaya gider.  
Ama, bu küçük insanlar için böyle. Vaktaki, büyük kodaman bezirgan zarar etti: Derhal devlet babanın şefkat damarları kabarıverir. Aman, sen zarar etme.. Ne olacak? 900 bin dolar zarar ettin. Binaeneleyh ben sana... "İki buçuk milyon lira zarar ettin. Ben sana 4 milyon 700 bin dolar açıktan, hariçten istediğin malı sokmak imtiyazını veriyorum." dedi.  
Bu ne biçim iştir, vatandaşlarım? Bunu da yine ben söyliyeyim. Vaktile gazetelerde nasılsa çıkmış. Bunu size.. bir fıkra okuyayım. 20.10.1953 günlü gazete aynen şunu yazıyor: Gazetede bir tüccar şikayette bulunmak suretile şunu söylüyor:  
"Hükümet bizim sattığımız findık bedeli doları 280 kuruştan alıyor: bu 3 firmaya (Dikkat ettiniz mi? 25 firmayı az gören DP, şimdi 3 firmaya vermiş!...) Bu 3 firmaya ise aynı satıştan elde edecekleri doları 10 liraya satmak müsaadesini tanıyor."  
Yani ne oluyor, vatandaşlarım? Tüccar: tüccar!... Ve 3 tüccar kim, biliyor musunuz? .Maalesef Türklükle alakası olmıaan, tamamen ecnebi, memleket haricindeki 3 büyük fırma. Okuyayım isimlerini: birisi Dreyfüs, birisi Kontinantal, birisi Bunger... Onların Türkiye'deki acenteleri, "Türk" ismini alan bizim memleketimizdeki adamları, ajanları da gene 3 kişi: Dümeks, Birtaş, Genle ihracat...Bu 3 şirkete 13 milyon liraya 4 milyon 700 bin dolar imtiyaz veriliyor. Bunlar 280 kuruştan alıyor doları ve 10 liraya satınca, ne oluyor? 47 milyon liraya satmış oluyor... İş yapmıyor: Devlet hazinesinden, milletin kasasından ucuz alıyor 280'e alıyor; beri tarafta başka bir tüccara 10 liraya satıyor. Oturduğu yerde 13 milyonu çıkarın 47 milyondan: 34 milyon safi kar ediveriyor: Oturduğu yerde, 3 bezirgan: Hiç alınları terlemeden, yüzleri kızarmadan, bir kalem oynatmasile 34 milyon lira kar ediyorlar. Tabii zarar etmiş sayılan tüccar!  
İş bu kadarla da kalmıyor, vatandaşlarım. Bu satılan her bir dolarla, öteki tüccar için hariçten mal alacak, içeri sokacak. Devlet izin verdi ya... Sok ne istersen!... Şimdi o tüccarlar hangi malı sokacak memlekete? Gayet tabiidir ki memleketin hayati ihtiyaçlarını düşünmeyecek. Bize yarar mal olsun diye bakmayacak. Hangisi çok kar getirir, onu arayacak. Yani, şoför lastik istiyor, yedek parça yok, makine yok, ilaç yok, ve ilh... bunları sokmayacak. Bunlar biraz göz önünde: Fazla vurguna müsait değil, sokacağı lüks eşya, kadın ziyneti, parfümleri, ipek çorap ve ilh.. Çünkü onlarda yüzde 500 kar edecek. Bunları satarken 10 liraya aldığı doları 15 liraya sokmuş olacak. Tabii kendi karını koyacak, mümessillik hakkı binecek, ayrıca gümrük binecek, ve ilh..  
Netice itibarile ne oluyor, vatandaşlarım? Bizim milletimizin bir dolar için, bir dolarlık mal sattığı zaman eline 280 kuruş geçiyor; buna mukabil bir dolarlık mal alırken 10 lira,15 lira, 20 lira ödüyoruz. Bütün vaziyet budur: Bizim paramız, yani, 4-5 misli düşüyor.  
 Demek ki paramız neden düşüyormuş, Vatandaşlarım? Allahın gazabından değil, Bizim memleketimizdeki idarecilerimizin, bizim siyasi partilerimizin milletin, fakir fukaranın menfaatini düşünmemelerinden! Allah hepimize akıl, fikir vermiş (ve bundan 1400 sene evvel, demin bahsettiğim gibi: "Bir safta toplanın, memleketin bütün davalarının baştan aşağı gözden geçirin. Cuma günleri kendi davalarınızı devlet adamlarından hesap sormak suretile halletmeniz günüdür." demiş). Biz bunları yapmıyoruz. Onlar da işte bu şekilde hareket ediyorlar.  
Demek ki kusur, suç doğrudan doğruya ne milletin ne başka bir aksi tesadüfün, ne tarihin: Bile bile, hesap ede ede milletin menfaatini hiçe sayanların eseridir.  
Vatandaşlarım, siyaset burada bitiyor ve burada başlıyor. İşte seçim meselesinin altında böyle korkunç meseleler yatıyor. Oraya göndereceğiniz insanlar, gene bu sözde hür basının size tanıtıp da, bir adam zannedip seçtiğiniz insanlar olursa korkmayın, yine aldandınız, yine 4 sene yandınız. Açık söyleyeyim: Kendi içinizden kendisine itimat ettiğiniz, namusuna, vicdanına, bílgisine ve kaabiliyetine inandığınız insanları seçip yollamazsanız, akibet yine budur. Gene onlar içlerinden bezirganları seçerler. Gene onlar bir hükümet seçerler, gene o hükümet 3 bezirgan zarar etmesin diye verir tahsisatı... Her gün duyduğumuz nedir, vatandaşlar? Boyuna tahsisat kavgası. Bu tahsisatın içyüzü budur. Bu kadar basit bir mesele önlenemez mi? Sayın Menderes cenapları geçen gün beyanatta bulunuyor. İnebolu'da "Göstersinler bize!" diyor en sonunda. Yahu, bu ne demektir? Bir memleketin siyasetinde, bu kadar milleti yakıp yıkan, kırıp geçiren bir hastalığa karşı çare yok mudur? Demek, bundan sonra da bildiğimizi okuyacağız.  
O halde, Allah rızası için vatandaşlarım, çoluk çocuğumuz, hayatımız buraya bağlı. Bu meselede çok ciddi olalım. Size yalnız Vatan Partisi bu hakikatleri söylüyor. Ve bu hakikatleri de ne pahasına söylediklerini de görüyorsunuz. Bize oyunuzu verin demek istemiyoruz. Fakat bu işlere bir çare bulmanın yolunu düşünerek vekillerinizi seçin. Ve Vatan Partisi onun içindir ki vekil, milletvekili seçimindedir. Başka fikirler öne sürüyor.  
Milletvekili nedir? Benim ve senin vekilindir. Nasıl avukatı bir işine vekil edersen, onu da.. Çünkü bütün millet biz oraya gidemiyoruz. İçimizden bazılarını seçip oraya yolluyoruz. O halde o benim emrimde, benim nezaretimde, benim menfaatime iş yapması icabeden vekildir. Bu vekil.. Bir avukata verdim vekalet, baktım ki benim dükkanımı satıyor, ona: "Dur! Ne yapıyorsun?" demeyecek miyim? Avukatı da derhal azledeceğim, değil mi?  
Halbuki milletvekilini 4 sene azledemiyoruz, azledemiyoruz vatandaşlar. Yani, Vatan Partisi şu teklifi yapıyor: Milletvekillerini dahi biz, millet, icabında, baktık ki bizim menfaatlerimizi gütmüyor, baktık ki vekaletlerimizi iyice kullanamıyor, yahut beceriksizdir: "Gel efendi buraya!" diyebilmeliyiz. Medeni milletlerde bunun yolu bulunmuştur.  
Halbuki ne oluyor? 4 senede bir defa seçtik mi, verdik mi oyu: yandı! 4 sene istediği kanunu çıkarır. Seçim için, 4 senede 45 gün söz hakkı. Yahut 20 güne indirilir. Öyle oldu ya.. Partilerin halkla teması için Seçim Kanunu bıraka bıraka 4 senede 45 gün konuşabilirsiniz vatandaşlar, demişler. İktidar partisi, çabuk, seçime giriyoruz diye, 20 gün sonra yapılacak seçimi ilan ediverdi. Yani ne oldu? 45 gün yok ki elimizde. 20 gün kaldı. 20 gün ancak temas edeceğiz.  
Onu da: Bugün var, yarın yok.. Hala Seçim Kurulları Vatan Partisi'ne (18 kazası var İstanbul'un) İstanbul'un 18 kazasının dokuzundan fazlasının nerelerde toplanacak olduğunu bidirmedi. Vazifesi bunu yapmakken, bunu yapmadı. Vatandaşlar; sizinle ancak 3-5 günlük temas imkanına mazhar etti. 3-5 gün içinde ben size ne anlatabilirim? Nasılsa bugün bir fırsat geçti elimize, size 3-5 kelime ile bazı şeyler anlatıyoruz.  
O halde, böyle mühim bir meseleye bu kadar zaman verildiğine göre, o meşhur basının lanse ediyorum dediği, yani ortaya sürüp de bize kabul ettirdiği meşhur adamlara oy verin. Yarın bu adamlar gider de, yine bildiklerini okurlarsa: Hayat pahalilığı ateş pahasına çıkarsa, buna çare bulunur mu?  
Yabancı memleketlerde buna çare bulunmuştur. Bu yollardan birisi referandumdur. Referandum şudur: Vatandaşlar, bir kanun çıktı, beğenmedik. Derhal aranızdan 3 veya 5 bin kişi imzalarız. Bir referandum kağıdı yollarız Meclise. Madem ki bu kanun bizim işimize gelmiyor, istemiyoruz, deriz. Medeni memleketlerde demokrasi budur, referandum budur.  
Biz bunu yapmazsak: İstediği kanunları 4 sene çıkarır. Milletvekili dediğimiz zat da nihayet vekildir. Vekil, asilden daha baskın çıkmamalıdır. Asil biziz, biz beğenmediğimiz kanunu da geri çevirebilmeliyiz. Vekil nasıl bir kanun yaparsa, biz de tıpkı onun gibi, kanun imzalamak suretiyle, referandum yolu ile kanun yapmalıyız. İşte Vatan Partïsi'nin koyduğu meb'usluk bu kadar basittir, sayın vatandaşlarım.  
Kıyametler kopuyor: Hakim teminatı, yok bilmem ne muhtariyeti ve ilh... Bunlar boş laf vatandaşlar. Bak hakimi nasıl temin ediyor: Yukarıda bir <<Yüksek Hakimler Şurası>> kuracakmış, bak, bak, bak.. Yani, kendi seçtiği 3-5 adamı hakimlerin başına koyacak: CHP bunu teklif ediyor. Böyle hakim muhtariyeti olmaz, vatandaşlarım.  
Hakim nedir? Hakim, millet namına icrayı kaza eden insandır: Madem ki benim namıma hareket ediyor: O halde hakim de benim vekilimdir. Nasıl milletvekili vekilimse, hakim de öylece vekilimdir. Anayasa böyle koyuyor, böyle diyor. Doğrusu da budur. O halde ben nasıl milletvekilliğine vekalet veriyorsam, hakimi de kendim seçmeliyim. O zaman, bak hakime kimse dokunabilir mi? Gelsin bakan, hakimi atıyorum desin.. Bak, o zaman nasıl atabilir!... Hakimi ben seçmişim, ben atabilirim. Beğenmedim mi, yenisini yerine koyarım. İşte Vatan Partisi bu kadar basit bir usul öne sürüyor.  
Bunu zor mu zannediyorsunuz, vatandaşlarım? Binlerce yıl evvel insanlar yapmış bunu. Bugün yapması gayet basit. Bir hukukçular sendikası kurulur ve hukukçunun gıradosu ne ise orada belli olur. Ağır ceza hakimi mi lazım? Hukukçular içinde kaç kişi bu işi görebilir? Sendika seçer, bize birkaç namzet gösterir. Biz de bakarız, eh, bu işi hepsi görebilir, ama, bunlar içinde falanca hakim belki rüşvete kaçabilir; öbürü de belki beceriksizdir. Şunu seçiyoruz, deriz. O zaman millet bile bile hakimini seçmiş olur. Hakim de, Allahtan başka kimse önünde boyun eğmez.  
Ama bugün hakim öyle mi? Hakim muhtariyetinden, hakim teminatından bahsediyorlar. Hani, böyle bir teminat koysalar ya.. Yalnız Vatan Partisi bunu koyuyor.  
Biz milletvekilini olduğu gibi, mahkemeleri de seçimle yaptığımız gibi, daima emrimizde tuttuğumuz gibi, idare cihazımızı da seçmek taraftarıyız. Bugün valiler Amerika'da seçiliyor. Neden bizde seçilmesin? Bir vali çıkıyor, şehri altüst ediyor. Ben valiye git diyemiyorum. Vali Allahtan korkmuyor, bakandan korktuğu kadar (Alkışlar). Ben valimi seçmeliyim. O zaman vali, benim hakkıma tecavüz edecek bir iş yapabilir mi? O zaman vali, fakir fukaranın ne halde olduğunu düşünmemezlik edebïlir mi? O zaman vali, büyük köşklerin önüne asfalt yollar döşeyip, fakir fukaranın mahallelerini çamur içerisinde bırakabilir mi? Yağma mı var: Derhal azlederiz onu. (Alkışlar).  
Vatandaşlar, biz fakir bir milletiz. Nedir bu bize pahalı devlet? Sanayii ilerlememiş, sanayii düşük bir millete pahalı devlet ne demek? Nedir bu pahalı devlet, vatandaşlar? Bu memlekette ucuz devleti bu millet görmüştür. Bu millet, en buhranlı, en tehlikeli günlerinde, dünyanın en ucuz devletine binerek, işlerini en mükemmel gördürmüştür.  
Vatan Partisi: İkinci Kuvayı Milliye seferberliği ilanına taraftardır. Hepiniz biliyorsunuz. Birinci Kuvayı Milliye devrinde, Türk Milletinin özlediği ucuz devletti. Birinci Kuvayi Milliye devrinde, 72 buçuk kefere bu topraklara saldırdığı zaman, bu milletin Ankara merkezinde 6 vekalette kaç rnemur vardı, bilir misiniz, vatandaşlarım? Tam 132 memur. Evet, 132 memurla, 77.5 ecnebi düvele karşı, en büyük istiklal harbini yaptı ve zafere kadar ulaştırdı.  
Ne oluyor bundan sonraki kalabalık devlet cihazı? 1926 senesinde Fethi Bey kabinesi kurulduğu zaman, 32 bin memurcuk kafi gelmişti. Sonra birtakım kıyametler koptu. İçinizden yaşlı olanlar hatırlar Mecliste kurşunlar bile patladı. Arkasından İsmet İnönü iktidara geldi. Bir de bakıyoruz: 50 bin kişi oldu memur. 32 binden 50 bine çıkarıldı memur adedi. Kadrolar yükseldi.  
 Fakat, o 50 bin kişi, ne faziletli ve iktisatlı devirmiş? Biliyorsunuz, daha 944 senesinde bu memlekette 350 bin memur vardı. Bugün sayısını Allah bilir. Layuud vela yuhsa, dedikleri eskilerin.  
Pekiyi, vatandaşlarım, bu memurlar çoğalmakla acaba kendileri bahtiyar oluyorlar mı? Hayır. Memurlar çoğalmakla bu memleket refah görüyor mu? Tamamen tersine. Bakın izah edeyim.  
Hepiniz de biliyorsunuz. Herhangi bir daireye gittiğiniz zaman, uğradığınız müşkülatı bilmiyor musunuz? Sebebi nedir? Düşün. Ben size iki kelime ile izah edeyim: Memur çokluğu!.. emin olun, baş sebep buradan çıkıyor. Evet, iktidar da: Gelen vatandaşı, git bugün, yarın gel, örselemeye başlıyor.  
Ötede kaşaneler kurulur, sırça saraylarda sefa sürülürken; memur bir kaç yüz lira maaşla akşama kadar o karanlık odada otursun.. o da insan ya, dayanamıyor, masa başında; hırsından vatandaşı tersliyor. İş oraya kadar iniyor. Fakat asıl millete olan oluyor. Bir kere muameleler uzuyor, zorlaşıyor. Ondan sonra da.  
Maaşlara bakalım. Rakamlar meydanda. Sayın Menderes mütemadiyen rakam veriyoruz, diyor. Biz de sana rakam verelim, Sayın Menderes. İşte rakam: Baş vekalet Umum Müdürlüğünün neşrettiği rakamlar.. Kimse uydurmuyor. Milli Mücadele zamanında Türkiye'de devlet memurlarının maaşı bütçemizin % 4 ü idi. Yani bizden toplanan yüz liralık verginın memurlara maaş diye verilen kısmı 4 lira idi. 926 senesinde memurların bütçeden aldığı maaş % 8 e çıktı: İki misli oldu. Yine çok artmamış: İkinci Cihan Harbi başlarken, memurlara verilen maaş % 16 ya çıktı: Bir iki misli daha.. yine azmış, vatandaşlarım: Bir bakıyoruz ki, 1948 senesinde maaşlar bütçenin % 40 ına çıkmış. Milletten toplanan 100 liralık verginin 40 lirası memur beslemeğe tahsis edilmiştir.  
Arada Demokrat Parti geldi. Bundan 6 ay evvel Bütçe münakaşaları oldu, Vatandaşlarım. O münakaşaları takib ettiyseniz, hatırlarsınız. Bir "Personel masrafi" diye laf geçti. Frenkçe bir laf ediyorlar. Personel masrafi dediği: Memurların aldığı maaş! Türkçesini söylesene be Müslüman! Memurların aldığı maaş.. Hayır, Personel Masrafi diye sokuşturuyor.  
Bu Personel Masrafı: İktidara bakarsanız... Dahiliye vekilli çıktı: % 49 ile 45 arası diyor. Yani; 100 lira alınan verginin 45-49 (50 ye yakın lirası) resmen, iktidarın da kabul ettiği gibi personel masrafı.. Fakat muhalefet başka bir hesap yapmış: % 60dır diyor. Yani, memlekette 100 lira toplanan verginin 60 lirasını memurlara veriyorsun, diyorlar.  
Hayır mı görüyor bu memurlar? Onlara da yazık oluyor. Fakat millete de yazık olmuyor mu? Bu pahalı devlet nedir, vatanadaşlarım? Bu fukara millete, bu lüks devlet yaraşır mı, vatandaşlarım?  
Hepiniz görüyorsunuz: sokaklarımızda canavarlar gibi gezen İskaniavabis otobüslerini. Hepiniz biliyorsunuz, değil mi? Dağ gibi nesneler. Bunları bize satan İsveç'tir. Yani biz daha araba yapamıyoruz: O, İskaniavabisi yapıyor. O memlekette, bizim şu hür basından birisi gitmişti de, nasıl olmuştu da, nasılsa yanlışlıkla şöyle bir fikra anlatmıştı. Okuyan vatandaşlarım da belki okumuşlardır. Ben size hatırlatayım. Diyor ki: İsveç'in başvekili tramvayda ölmüş! İbret alın, vatandaşlarım. Bizden on kere zengin olan bir memleketin Başvekili, makamına tramvayla gidiyormuş ta, hem ölecek hale gelen Başvekil yine tramvayla gidiyormuş ta, tramvayda ölmüş, vatandaşlarım. Aynı adam, o İsveç'in Harbiye Nazırının, muazzam ordularını güden adamın, her sabah evinden bisiklete binerek Harbiye Nezaretine gittiğini yazıyor. Karısı da çalışıyor. Evde tek hizmetçisi de yok. Dikkat buyurun, vatandaşlarım. Bizden on kerre zengin Harbiye Nazırının evinde tek hizmetçisi yok. Karısı öğretmenlik yapıyor; akşam gelip yemeğini de pişiriyor; haftada çamaşırını da yıkıyor; ev hizmetini de görüyor.  
Bize böyle devlet lazım, böyle hükümet lazım, vatandaşlarım! Biz hepimiz kan kusan bir milletiz, on para kazanmak için. Ne oluyor? Nerede ise mahalle bekçisinin altına kadillak verecekler. (alkışlar). Bu para bizim kesemizden çıkıyor ve bu para bizim çoluk çocuğumuzun rızkından çıkıyor.  
İşte görüyoruz, çocuklarımız meydanda: Hepsinin boynu çöp gibi kalmış; hepsinin ayağında ayakkabı yok; kimisi yalınayak, kimi nalınla, kimisi yırtık lastikle geziyor. Böyle memlekette kadillak ne demektir? Vali kız gibi kadillaka binip torniston ediyor. İsveç başvekili gibi, bu da resmen İsveç başvekili gibi tramvaya binsin. İstanbullu, yağma mı var? Ondan sonra Taşlıtarla'ya giden vatandaşlar üstüste hınca hınç gaz tenekesinden arabaya binsinler. Üstüste gidebilene aşkolsun. Yahu, ne oluyor? O kadillaklara verilen para ile bu milletin seyrü seferine yarar iki üç tane daha geniş otomobil, kamyon ve ilh. Otobüs, alınamaz mı? Doğru mu bu vatandaşlar?  
Diğer partili arkadaşlarım. Bize ağır sanayi lazım, dediler, vatandaşlarım. Ağır sanayi, yani memleketimiz, demin de arzettiğim: 77.5 milletin panayırı halindedir. Gidin Beyoğlu'na: yerli malı yok. Bütün ne varsa, donumuzun yamasını dikmek için iğne bile Avrupa'dan geliyor. Bu ne faciadır, kardeşlerim? Bu millet bundan beş yüz sene evvel dünyada görülmemiş topları kullanmış. Bütün surları yıkmış. Şu dünyanın payitahtını zaptetmiş.. Teknik kuvvetle, o zamanın hiçbir memleketinde görülmeyen topu yapmakla zaptetmiştir. Ne olduk ta, bugün kara arabamızı da yapamıyoruz? Neden bizim otomobillerimiz kendi fabrikalarımızdan çıkmasın? Bir otomobili memlekete yüz bin liraya sokup ta ateş pahası yapalım? Vatandaşın rızkını mahvedelim? Zorlamak iyi midir?  
Birtakım yağlı, yavan kendine iktisatçı süsü veren dolandırıcılar: Türkiye'de ağır sanayi olmaz, Türkiye'nin pazarı küçüktür, diyorlar. Utanmıyorlar, arlanmıyorlar.  
25 milyon nüfus ne kadar küçük? Şu İsrail, o çölün içinde şu Yahudi memleketi.. Şu da, Osmanlı Devletinin dün küçücük bir çöl vilayeti idi. Bugün bize kamyon yapıp ta satıyor. Biz 25 milyon nüfus daha bir kamyon yapamıyoruz. Bir milyon nüfuslu İsrail: Penisilin bile yapıyor, en lüzumlu ilacını da yapıyor, radyosunu da yapıyor, her şeyini de yapıyor, otomobilini de yapıyor. Biz 77,5 mïllete verelim paramızı, canımızı, ırzımızı, ruhumuzu.. Gelsin bozuk düzen arabalar, 77,5 çeşit makinalar.. Kırılsın ondan sonra paramparça. Bu yedek parça ki, tamir edilsin de, ondan bir rızık çıkarasın.  
Bizim de bir motor fabrikamız; onun yanında bir traktör, bir otomobil fabrikası olmaz mıydı? Milyonlarca altınımız gitti. Bunların 30 milyon, 40 milyona birisi çıkabilir. 30-40 milyon nedir ki, bugünkü para ile?.. Yüzlerce milyonumuz havaya gidiyor da, şu memleketin cancağızına faide edecek işler yapılmıyor.  
Yaptın şeker fabrikası: Yapmaz olaydın, diyeceğim geliyor. Evet; yapılsın şeker fabrikası amma, bu memleketin köylüsü asırlarca tatlısını kendi pekmezinden yemedi mi, vatandaşlar? Bu memlekette ilk şeker fabrikası kurulduğu zaman, reklam olsun diye, Halk partisi köylülere şeker getirmişti. Yani şeker satılsın diye! Şeker lazım diyelim, her zaman, amma birinci ihtiyacımız değildir. Biz pekmezimizle de idare ederdik. Ne oldu üzümlerimiz? Bağlarımızı verelim inhisar'a: Çıksın alabildiğine tonlarca rakı, yığsın milletin başına ispirto.. zehirlesin halkımızı. Sonra şeker fabrikası kursun. Alkışlayalım!... Bu mu? Bu memlekete şeker fabrikasından evvel, makina yapan fabrika lazım, vatandaşlarım. Ondan sonra, bir makina yapmağa başladık mı, iki sene içinde: Şeker fabrikasını da kurarız, çimento fabrikasını da kurarız, yollarımızı da kurarız, her şeyimizi yapana. Hem harice on paramız gitmez. Ve o kurulan fabrikalarda benim vatandaşım, benim milletim, benim işçim ekmek bulur.  
Bugün ne oluyor? Yabancı memleketin işçileri şunları yapıp geçiniyorlar. Biz buna harç vererek, oradan mal getiriyoruz. O da ne demektir? Onu ödemek için ecnebi bizim kağıt paramıza metelik vermiyor. Ecnebi altın istiyor, vatandaşlarım. Zaten bütün mesele bundan çıkıyor: Senin kağıt para yalnız sana geçer. Yeter altını ödedi mi; bugünkü hale gelir paramız işte. Ondan sonra da düşer de düşer.  
Bunun çaresi yok mu? Gayet açık var. Amma memlekette iktisat dediğimiz geçim işlerinin bütün zemberekleri, maalesef, Vatan Partisi'nin her zaman söylediği gibi, bezirganların elindedir. Bezirgan nedir? Buna tüccar diyorlar. Tüccar değil, vatandaşlarım. Tüccar, kendi memleketinin fabrikasından çıkan malı ecnebiye satmak için uğraşan adamdır. (Alkışlar). Bizim tüccar dediklerimiz, ecnebi mallarının binbir çeşidini Türkiye'ye sokup, Türk'ün kanını kurutan insandır. Demin arzettiğım gibi, oturduğu yerde bir işçinin bin senede kazanamayacağı milyonları, bir haftada, bir kalemde, oradan oraya aktarmakla cebine atan insanlardır.  
Buna karşı nasıl tedbir bulunmaz? Kaç kişidir bunlar? Bu memlekette gene Baş vekalet istatistikleri gayet açık sayıyor. Yalnız İşçi sigortalarına yazılı olan işçilerimiz 500 küsur bini geçmiştir. İşçi Sigortalarına yazılı işçilerimiz, diyorum. Ya yazılmayanlar? Ya işçiden sayılmayan fakir fukara? Buna mukabil işveren kaç kişidir, biliyor musunuz, vatandaşlarım? Resmen 16 bin kişidir. Bunun da 4-5 bini devlettir. Devlet işveren gibi görünüyor. O halde, 10-11 bin kişi, bu memleketin bütün kazancını, milyonların hayatı pahasına kendi kasasına indirirse, fukaralık kalkar mı?  
Fakat iş yalnız fukarılıkla bitse, gene bir derece razıyım. Daha feci tarafı: Bu bezirganlar bu memlekette yerli sanayiin kurulmasına da düşmandırlar. Neden düşman? Çünkü bütün bezirganlar (gidip Ticaret odası'na: okuyun, listelere bakın, dosyalara bakın.. ) hepsi falan filan kefere memleketin buradaki acentesidir. Bütün ecnebi malların Türkiye'deki mümessilleri bezirganlar, o ecnebi malının kârını yapmak için, Türkiye'de ona benzer malın yapılmamasını isterler. Menfaatleri budur. Bu böyle bir lanet zümredir ki, memleketimize de, maalesef sanayiimize dahi kasteder.  
İşte bu zarurete karşı biz... Bunlar da, mamafih, insan olarak böyle görmüşler, böyle gidiyorlar. Belki onlara bizler, siyasetiyle, dürüstlüğü ile: Bu kaabil işleri bırakın; sermayenizi bu memlekete, vatandaşlara iş, ekmek temin edecek fabrikalara yatırın.. diye söylersek, o zaman onlar da daha hayırlı iş görürler belki. Fakat bugünkü şartlar içinde, iş onların elinde kaldıkça, şu meşhur davulu dövülen bezirgan Partiler memleketin kaderine hakim oldukça, bu işin sonu gelmez. Bu bezirganlar bu memlekette sanayiye de yer vermezler. Sadece iki üç fabrika kurarlar. Bu kurdukları da, yalnız, gene bir keferenin, bir Amerikalı Tornburg isminde akıl hocalarının onlara tavsiye ettiği sanayi olur. Yani, o adam: Siz Türkler hafif sanayi kurun, der.. Şeker fabrikası, çimento fabrikası, tamirhane.. Ben size makina yollıyacağım, siz bunları tamir edecek yer açın... Bunu söylüyor, ve biz de onu yapıyoruz.  
Bu felakettir, vatandaşlarım. Bu memleket kendi makinasını kendi yapmazsa, demin bir kardeşimizin söylediği gibi, daima ecnebiye haraçgüzar oluruz, daima işsizlik bu memlekette en büyük afet olur.  
Neden yüzlerimiz daima solgun? İşsizlikten. Neden her şey ateş pahası? Gene işsizlikten, vatandaşlarım. Bu meseleler o kadar at ve deve, müşkül meseleler değil. Eğer bizim fakir fukara halkımız, şu önümde gördüğüm, beni dinlemek zahmetine katılan sevgili vatandaşlarım oylarını kendi menfaatleri için hakkı ile kullanabilseler, oraya kendi içlerinden kasketli çarıklıları gönderebilseler, emin olun ki çarçabuk düzelir. Bu kadar basit.. Karışık iş değil.  
Söylediğim gibi: 4 milyar bütçe!... O 4 milyar  bütçenin % 60ını verin memurlar yesin. Peki, bu memurlar yiyor da rahat mı ediyorlar? Onlar da etmiyor, çünkü hayat boyuna pahalılaşıyor. O halde memurumuza da iş çıkacak fabrika kurarsak iyi olur. O memur masa başında otura otura... Gidin kendisine sorun: Kimisinin midesi bozuktur, kimisi romatizma olmuştur.. Kimisi baş ağrısından kurtulamaz. Böyledir vatandaşlarım. Masa başında oturmak zannettiğimiz kadar sıhhat verici bir şey değildir. Ínsanı kahreder. Yani, memur vatandaşımız da hayatla temasa geçmiş olursa, sanayimiz kurulursa, o da yaratıcı insan olur. Hem memleketin geçimi yükselir, hem o vatandaşlara o sahada iş bulunur. Daha dolgun para bulurlar. Hem de memleketimiz bu açlıktan ve yoksuzluktan kurtulur.  
İşte Vatan Partisi bütün bunlara kendi programında gayet açık, vazıh, bir çoban kardeşimizin dahi anlıaacağı kadar besbelli hal çarelerini teklif etmiştir.  
Vatandaşlarım!.. Dertlerimiz o kadar çok ki, bunları, sabaha kadar devam etmekle bitiremeyiz. Fakat, vakit bitmiş. Onun için daha fazla başınızı ağrıtmayacağım.  
Tekrar rica edeceğim: Oylarınızı verirken, Allah rızası için kendiniz gibi insanlara verin. Vermeyin kapıkullarına.  
Sözümü bitirirken: Her kahrına seve seve katlandığımız güzel vatanımız ve büyük milletimiz yaşasın! Her kahra katlanan işçi, köylü, fakir fukara vatandaşlarımız yaşasın! Ve fakir fukara partisi olan Vatan Partimiz yaşasın! (Her cümleden sonra: Alkışlar)  
 

(Vatan Partisinin 15.10.1957 Salı günü saat:13.00 - 17.00 arasında Eyüp Meydanı'nda takip ettiği açıkhava toplantısında Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın diktafonla tespit edilen konuşmasıdır.)