Sorsaydım omuz silkecektiniz mayanın ne zaman taştığını
Kirliydi sapkındı çarpıtılmıştı dile döktükleriniz ne
kadarsa
Mırıldanmaz olaydınız hayata nal sesinden muştu
bulaştığını
Dağları alıcı kuşun pençesine terkettiniz vadileri bir
parsa
İsmet Özel, John Maynard
Keynes’ten Nefretimin Yirmi Sebebi adlı şiirinden
Üretim ilişkilerinde doğrudan dahli olmaması
küçük burjuvayı sınıfsal anlamda devrimci özne olmaktan alıkoyuyor olabilir
ancak bu onun üst yapılar aracılığıyla yani ideolojik planda sosyalist,
komünist, buradan da devrimci olamayacağı anlamına gelmez. Ancak reformizm kuyusunun
suyu küçük burjuvaziye tatlı gelmekte orta sınıfın fiziki konumunu koruma
refleksi uyarınca berdevam olacaktır. Kuyunun sınıfın konumuna paralel olarak
yol üzerinde, yani “ortada” olması sürüyü yandan geçmeye güdecek çobanların
varlığını zorunlu kılmaktadır.
Reformizmin kılıklarından biri özellikle
emekçilerin sendikal faaliyetlerine içkin, devletin, sınıflar mücadelesinin arenası olduğu
tezidir. Bu tez sınıflar mücadelesinin eninde sonunda devlet yapılanmasını ele
geçirmek olduğu görüşünden kaynaklanmaktadır. Buna ilişkin Leninist düzeltme
devlet mekanizmasını parçalamak gerekliliğidir. Devlet içinde halkın, toplumun
vs. selametini düşünen ve bunun için mücadele eden unsurların varlığı bir küçük
burjuva hülyasıdır. Devletin sınıf mücadelesinin arenası olduğu zırvalığı
toplumların tarihinin sınıf mücadeleleri tarihi olduğu yollu temel önermeyi
görmezlikten gelmekle ilişkilidir. Bu önermenin ışığında sözkonusu arena
tarih-toplum diyalektiğinde aranmalıdır. Devlet sınıflar mücadelesinin
arenasıdır demek tarihi toplumsallaştırıp stabilize etmek ya da toplumu
tarihselleştirip çözüştürmek anlamına gelir. Tarihi ve toplumu devlette somutlamak devlet
ve burjuvazi arasındaki ayrımları silmeye yönelik bir teorik faaliyettir.
Devlet ve burjuvazi arasındaki ayrım meselesi
kadim bir tartışmanın konusudur. Bu tartışmanın bilinen kavramsal seyri
dahilinde önümüze çıkacak olan en temel olan unsurlardan ikisi devlete ilişkin
özne-devlet, nesne-devlet tahayyüllerdir. Özne-devlet kavramı devletin özneliğini,
yani fiziki organlarını kendi için, kendi amaçları doğrultusunda kullanma
olanağı bulunan, müstakil bir yapılanmayı varsayar. Devleti nesne olarak algılamak
ise onun burjuvazi karşısında hiçbir özerkliğinin olmadığını, onun en fazla
burjuvazinin, her türlü manipülasyona açık oyuncağı olduğunu söylemektir. Demek
ki “modern devletin yönetimi tüm burjuvazinin ortak işlerini yürüten bir
komiteden başka bir şey değildir.” Manifestodan yapılan bu alıntı aslında hiç
de nesne-devlet tezini doğrular nitelikte değildir. Poulantsaz’ın ilk elden
itirazı makuldür: önerme dikkatle okunduğunda burjuvazinin parçalılığına bir
gönderme (bütün burjuvazi) ve bir yürütme komitesi olarak formüle edilen
devletin yürütmekle mükellef olduğu işlerin burjuvazinin “ortak” işleri oluğuna
ilişkin bir vurgu içerdiği görülür. Gerçekte “ortak işler” vurgusu da parçalılık
göndermesine katkıda bulunmaktadır. Burjuvazi çokça sanıldığı üzere yekpare ve
kendi içinde bir hiyerarşiden münezzeh değildir (Ancak buradan varılan bir
ifratla elbette bir iktidar bloğundan, hâkim sınıf yerine hâkim sınıflardan
sözetmek ve bir tür sivil/asker bürokratlar sınıfı kurgulamak kapitalizmin
doğasını Avrupa-merkezli bir yerden görmenin sonucudur. Buna göre iktidar aslen
askerin ya da daha geniş bir ifadeyle ve Türkiye özelinde Kemalist elitin
elindedir.* Bu kavrayış üzerinden yapılan siyaset eninde sonunda
burjuvazinin kanatları altına girmeye can atan bir ruh halinin tezahürüdür;
devlete karşı burjuvazi. Burjuvaziye karşı devlet şiarı da bu düsturun
anti-tezi olmaktadır. Sonuç her iki güruh için de devletin bir özne olduğudur.).
Devletin burjuvazinin nesnesi olduğu yollu
teze iman edenler devleti doğal olarak, özü itibariyle bir tür boş konum olarak
görür. Böylelikle o konumu dolduran, ya da o burca bayrağını diken devletin
sahibi olmaktadır. Sınıf mücadelesinin arenası olarak devlet tasavvurunun temel
yanılgısı devletin ve sınıfların tarihselliğine ilişkindir. Devlet’in tarihsel
olarak burjuvaziden önce de varolması devletin günün birinde tarih sahnesine
fırlayan haşarı burjuvazi tarafından ele geçirildiğine ve oradan en kısa zaman
sökülüp atılması gerektiğine olan inancı güdüler görünmektedir. Devletin burjuvaziden
önce de varolduğu elbette doğrudur ancak unutulan toplumsal sınıfların ve
dolayısıyla sınıflı toplumların da burjuvazi tarih sahnesini işgal etmeden ve
kapitalist üretim biçimi cihana egemen olmadan önce varolduklarıdır.
Devlete bir sınıfın nesnesi gözüyle bakmak
pratikte devlete sınıfsal bakmanın garantisi olmamaktadır. Nesne-devlet
burjuvazinin işgal sahası olmakla teoride etkisiz kılınmakta, basit bir yer
değiştirme işlemiyle yeniden yapılanmanın, yani bir ıslahatın konusu
olabilmekte ve aslında devletin yapısal olarak belli bir sınıfın izini
taşımadığını varsaymak anlamında devlete özerklik yerine bağımsızlık veren
özne-devlet anlayışıyla paralellik sunmaktadır.
Devlet ve burjuvazi arasındaki ayrımları
silmek devletin burjuvalaştığını, dolayısıyla devletle organik bağı olan
taifenin (memur, mühendis, mimar, doktor, öğretmen vs. ) sömürü nesnesi olma
anlamında proleterleştiğini söylemektir. Bu aynı zamanda küçük burjuvazi
içindeki kategorik ve hiyerarşik ayrımları yok saymak anlamına gelmektedir. Bu teorik
ve pratik yönelim Müslüman bir ayakkabıcının devrimci özneliğinin devlete
göbekten bağlı bir öğretmeninkinden çok daha olası olduğunu görmezden gelmeye
ayarlıdır.
Bir önceki yazıda sözü edildi; küçük
burjuvazinin tarihsel-toplumsal varlığına yönelik temelde iki yaklaşım göze
çarpmaktadır. Orta sınıfın proleterleşme anlamında tarihe karışmakta olduğu ve doktor,
mühendis, mimar gibi zevatın burjuvazinin kümesinde düşünülmesi gerektiğini öne
süren birinci tez, Marx’ın Manifesto’daki toplumun en sonunda iki büyük
sınıftan ibaret kalacağı öngörüsünün aksine orta sınıfların giderek
hacimlendiği iddiasıyla karşılık bulmaktadır. Birinci yaklaşım “büyük” burjuvaziyi
tanımlarken gösterdiği kategorik cömertliği küçüğüne ilişkin olarak
göstermemekte ve aniden orta sınıf analizine hâkim olan ekonomizmi terkederek egemen
sınıf tanımını “ve yardakçıları” biçiminde ideolojik bir genişlemeye tabi
tutmaktayken ikincisi bir orta sınıf siyasetine zemin hazırlamaktadır. Bilcümle
işçici örgütler birinci kümede kodlanabilir, ikincinin bugün en tipik örneğiyse
TKP’dir.
Metin Çulhaoğlu 2 Şubat tarihindeki “Marksizmin Güncelliği”
sempozyumunda orta sınıfın erimediğini vurgularken haklıydı (Neşe Düzel’e Taraf
gazetesi için verdiği röportajda en liberal solcularımızdan eski TKP Genel
Sekreteri Nabi Yağcı, Çulhaoğlu’nun Manifesto’nun orta sınıfın kaderine ilişkin
yanılgısı tezine katılarak dünyayı değiştirecek failin artık işçi sınıfı değil
KOBİler ve İshak Alatongiller olduğunu söylemektedir, demek ki orta sınıfın erimemiş
olmasına yahut diyelim ki nicel büyümesine olmadık teorik anlamlar yükleme
yollu ifrat [“orta sınıf” siyaseti] bu noktalara varmakta ve orta sınıfı
öldüren tefrit [orta “sınıf siyaseti”] buna karşılık “ne darbe ne şeriat”
türünden “ne devlet ne burjuvazi”den başka söyleyecek söz bulamamaktadır. Bu
anlamda Nabi Yağcı: “Sol, politik ilkeleri söylüyor ve bunu da politika
zannediyor. Şeriata ve darbeye karşı olmak elbette doğrudur ama bu bir ilkedir.
Politika değildir” derken aslında bir doğruyu dillendirmektedir); ancak Metin
Çulhaoğlu x değil, Metin Çulhaoğlu’dur ve politik güdüleri malumdur (Aynı
sempozyumda Nail Satlıgan’la girdiği çeviri tartışması da [modern devlet aygıtı
mı yoksa modern devletin yürütme erki mi burjuvazinin işlerini görür?] TKP’nin
“AKP’yi istemiyoruz” sloganının altını doldurmaya yönelik bir teorik hamledir.)
ancak Çulhaoğlu’nun tuttuğu yolu reddetmek üzere küçük-burjuvaziyi teori
sahnesinden silmek Althusser’in tekelci devlet kapitalizmi döneminde sömürünün
kendi özüne yani baskıya indirgendiğini söyleyenlere dair üst yapıyı alt
yapının yerine koymak eleştirisinden mülhem, alt yapıyı üst yapının yerine,
üstelik de koşullu olarak koymak demektir (Buna göre alt yapı üst yapıyı da
kapsayacak oranda genişler ve üst yapısal formasyonlar ve yönelimler ya da yine
Althusserci bakış açısıyla bilcümle ideolojiler [hukuk,din vs.] hükmünü
yitirir.). Burjuvaziye karşı devlete yedeklenmek ya da devleti ve üzerinde
yükseldiği zemini sahiplenmek oportünizmse devlet ve burjuvaziye teorik ve
pratik olarak ne idüğü belirsiz bir eşitlikte durmak da düpedüz apolitizmdir ve
her ikisi de reformizmin öncüllerdir.
*Reformizmin temsilcilerince Gramsci’ye dayanarak hâkim
toplumsal ideolojinin hâkim sınıfın ideolojisi olmak zorunda olmadığı iddia
edilmekte ve örnek olarak da Türkiye’de Kemalizm verilmektedir. Söylenen şudur:
Türkiye’de resmi ideoloji Kemalizm’dir ancak hâkim sınıflar Kemalist değildir. Bu
görüş “burjuvazisizm” gibi bir ideoloji varsaymaktan kaynaklanmaktadır. Teorik
olarak (hatta belki sadece anlatımsallık açısından soyut bir tanıma ulaşmayı
hedefleyen dar-teorik bir çerçevede) böyle bir ideolojinin varlığı kabul edilse
bile pratikte-yerelde-ülkeler ölçeğinde genel geçer anlamda böyle bir ideoloji
yoktur ve Türkiye’de hâkim sınıf elbette Kemalist burjuvazidir. Kemalizme
yapılan ideolojik eklentiler manipülatiftir ve solcuların icadıdır. Kemalizmin hâkim
sınıfın hâkim ideolojisi olmadığını savunanlar hâkim sınıfın yanında Kemalizm’e
karşı konumlanmak isteyen liberallerdir.
M. Ocakçı