Reformizmin Keskin Kokusu (2)


Sorsaydım omuz silkecektiniz mayanın ne zaman taştığını

Kirliydi sapkındı çarpıtılmıştı dile döktükleriniz ne kadarsa

Mırıldanmaz olaydınız hayata nal sesinden muştu bulaştığını

Dağları alıcı kuşun pençesine terkettiniz vadileri bir parsa

 

İsmet Özel, John Maynard Keynes’ten Nefretimin Yirmi Sebebi adlı şiirinden

 

  Üretim ilişkilerinde doğrudan dahli olmaması küçük burjuvayı sınıfsal anlamda devrimci özne olmaktan alıkoyuyor olabilir ancak bu onun üst yapılar aracılığıyla yani ideolojik planda sosyalist, komünist, buradan da devrimci olamayacağı anlamına gelmez. Ancak reformizm kuyusunun suyu küçük burjuvaziye tatlı gelmekte orta sınıfın fiziki konumunu koruma refleksi uyarınca berdevam olacaktır. Kuyunun sınıfın konumuna paralel olarak yol üzerinde, yani “ortada” olması sürüyü yandan geçmeye güdecek çobanların varlığını zorunlu kılmaktadır.

 

  Reformizmin kılıklarından biri özellikle emekçilerin sendikal faaliyetlerine içkin,  devletin, sınıflar mücadelesinin arenası olduğu tezidir. Bu tez sınıflar mücadelesinin eninde sonunda devlet yapılanmasını ele geçirmek olduğu görüşünden kaynaklanmaktadır. Buna ilişkin Leninist düzeltme devlet mekanizmasını parçalamak gerekliliğidir. Devlet içinde halkın, toplumun vs. selametini düşünen ve bunun için mücadele eden unsurların varlığı bir küçük burjuva hülyasıdır. Devletin sınıf mücadelesinin arenası olduğu zırvalığı toplumların tarihinin sınıf mücadeleleri tarihi olduğu yollu temel önermeyi görmezlikten gelmekle ilişkilidir. Bu önermenin ışığında sözkonusu arena tarih-toplum diyalektiğinde aranmalıdır. Devlet sınıflar mücadelesinin arenasıdır demek tarihi toplumsallaştırıp stabilize etmek ya da toplumu tarihselleştirip çözüştürmek anlamına gelir.  Tarihi ve toplumu devlette somutlamak devlet ve burjuvazi arasındaki ayrımları silmeye yönelik bir teorik faaliyettir.

 

  Devlet ve burjuvazi arasındaki ayrım meselesi kadim bir tartışmanın konusudur. Bu tartışmanın bilinen kavramsal seyri dahilinde önümüze çıkacak olan en temel olan unsurlardan ikisi devlete ilişkin özne-devlet, nesne-devlet tahayyüllerdir. Özne-devlet kavramı devletin özneliğini, yani fiziki organlarını kendi için, kendi amaçları doğrultusunda kullanma olanağı bulunan, müstakil bir yapılanmayı varsayar. Devleti nesne olarak algılamak ise onun burjuvazi karşısında hiçbir özerkliğinin olmadığını, onun en fazla burjuvazinin, her türlü manipülasyona açık oyuncağı olduğunu söylemektir. Demek ki “modern devletin yönetimi tüm burjuvazinin ortak işlerini yürüten bir komiteden başka bir şey değildir.” Manifestodan yapılan bu alıntı aslında hiç de nesne-devlet tezini doğrular nitelikte değildir. Poulantsaz’ın ilk elden itirazı makuldür: önerme dikkatle okunduğunda burjuvazinin parçalılığına bir gönderme (bütün burjuvazi) ve bir yürütme komitesi olarak formüle edilen devletin yürütmekle mükellef olduğu işlerin burjuvazinin “ortak” işleri oluğuna ilişkin bir vurgu içerdiği görülür. Gerçekte “ortak işler” vurgusu da parçalılık göndermesine katkıda bulunmaktadır. Burjuvazi çokça sanıldığı üzere yekpare ve kendi içinde bir hiyerarşiden münezzeh değildir (Ancak buradan varılan bir ifratla elbette bir iktidar bloğundan, hâkim sınıf yerine hâkim sınıflardan sözetmek ve bir tür sivil/asker bürokratlar sınıfı kurgulamak kapitalizmin doğasını Avrupa-merkezli bir yerden görmenin sonucudur. Buna göre iktidar aslen askerin ya da daha geniş bir ifadeyle ve Türkiye özelinde Kemalist elitin elindedir.* Bu kavrayış üzerinden yapılan siyaset eninde sonunda burjuvazinin kanatları altına girmeye can atan bir ruh halinin tezahürüdür; devlete karşı burjuvazi. Burjuvaziye karşı devlet şiarı da bu düsturun anti-tezi olmaktadır. Sonuç her iki güruh için de devletin bir özne olduğudur.).

 

  Devletin burjuvazinin nesnesi olduğu yollu teze iman edenler devleti doğal olarak, özü itibariyle bir tür boş konum olarak görür. Böylelikle o konumu dolduran, ya da o burca bayrağını diken devletin sahibi olmaktadır. Sınıf mücadelesinin arenası olarak devlet tasavvurunun temel yanılgısı devletin ve sınıfların tarihselliğine ilişkindir. Devlet’in tarihsel olarak burjuvaziden önce de varolması devletin günün birinde tarih sahnesine fırlayan haşarı burjuvazi tarafından ele geçirildiğine ve oradan en kısa zaman sökülüp atılması gerektiğine olan inancı güdüler görünmektedir. Devletin burjuvaziden önce de varolduğu elbette doğrudur ancak unutulan toplumsal sınıfların ve dolayısıyla sınıflı toplumların da burjuvazi tarih sahnesini işgal etmeden ve kapitalist üretim biçimi cihana egemen olmadan önce varolduklarıdır.

 

  Devlete bir sınıfın nesnesi gözüyle bakmak pratikte devlete sınıfsal bakmanın garantisi olmamaktadır. Nesne-devlet burjuvazinin işgal sahası olmakla teoride etkisiz kılınmakta, basit bir yer değiştirme işlemiyle yeniden yapılanmanın, yani bir ıslahatın konusu olabilmekte ve aslında devletin yapısal olarak belli bir sınıfın izini taşımadığını varsaymak anlamında devlete özerklik yerine bağımsızlık veren özne-devlet anlayışıyla paralellik sunmaktadır.

 

  Devlet ve burjuvazi arasındaki ayrımları silmek devletin burjuvalaştığını, dolayısıyla devletle organik bağı olan taifenin (memur, mühendis, mimar, doktor, öğretmen vs. ) sömürü nesnesi olma anlamında proleterleştiğini söylemektir. Bu aynı zamanda küçük burjuvazi içindeki kategorik ve hiyerarşik ayrımları yok saymak anlamına gelmektedir. Bu teorik ve pratik yönelim Müslüman bir ayakkabıcının devrimci özneliğinin devlete göbekten bağlı bir öğretmeninkinden çok daha olası olduğunu görmezden gelmeye ayarlıdır.

 

  Bir önceki yazıda sözü edildi; küçük burjuvazinin tarihsel-toplumsal varlığına yönelik temelde iki yaklaşım göze çarpmaktadır. Orta sınıfın proleterleşme anlamında tarihe karışmakta olduğu ve doktor, mühendis, mimar gibi zevatın burjuvazinin kümesinde düşünülmesi gerektiğini öne süren birinci tez, Marx’ın Manifesto’daki toplumun en sonunda iki büyük sınıftan ibaret kalacağı öngörüsünün aksine orta sınıfların giderek hacimlendiği iddiasıyla karşılık bulmaktadır. Birinci yaklaşım “büyük” burjuvaziyi tanımlarken gösterdiği kategorik cömertliği küçüğüne ilişkin olarak göstermemekte ve aniden orta sınıf analizine hâkim olan ekonomizmi terkederek egemen sınıf tanımını “ve yardakçıları” biçiminde ideolojik bir genişlemeye tabi tutmaktayken ikincisi bir orta sınıf siyasetine zemin hazırlamaktadır. Bilcümle işçici örgütler birinci kümede kodlanabilir, ikincinin bugün en tipik örneğiyse TKP’dir.

 

  Metin Çulhaoğlu  2 Şubat tarihindeki “Marksizmin Güncelliği” sempozyumunda orta sınıfın erimediğini vurgularken haklıydı (Neşe Düzel’e Taraf gazetesi için verdiği röportajda en liberal solcularımızdan eski TKP Genel Sekreteri Nabi Yağcı, Çulhaoğlu’nun Manifesto’nun orta sınıfın kaderine ilişkin yanılgısı tezine katılarak dünyayı değiştirecek failin artık işçi sınıfı değil KOBİler ve İshak Alatongiller olduğunu söylemektedir, demek ki orta sınıfın erimemiş olmasına yahut diyelim ki nicel büyümesine olmadık teorik anlamlar yükleme yollu ifrat [“orta sınıf” siyaseti] bu noktalara varmakta ve orta sınıfı öldüren tefrit [orta “sınıf siyaseti”] buna karşılık “ne darbe ne şeriat” türünden “ne devlet ne burjuvazi”den başka söyleyecek söz bulamamaktadır. Bu anlamda Nabi Yağcı: “Sol, politik ilkeleri söylüyor ve bunu da politika zannediyor. Şeriata ve darbeye karşı olmak elbette doğrudur ama bu bir ilkedir. Politika değildir” derken aslında bir doğruyu dillendirmektedir); ancak Metin Çulhaoğlu x değil, Metin Çulhaoğlu’dur ve politik güdüleri malumdur (Aynı sempozyumda Nail Satlıgan’la girdiği çeviri tartışması da [modern devlet aygıtı mı yoksa modern devletin yürütme erki mi burjuvazinin işlerini görür?] TKP’nin “AKP’yi istemiyoruz” sloganının altını doldurmaya yönelik bir teorik hamledir.) ancak Çulhaoğlu’nun tuttuğu yolu reddetmek üzere küçük-burjuvaziyi teori sahnesinden silmek Althusser’in tekelci devlet kapitalizmi döneminde sömürünün kendi özüne yani baskıya indirgendiğini söyleyenlere dair üst yapıyı alt yapının yerine koymak eleştirisinden mülhem, alt yapıyı üst yapının yerine, üstelik de koşullu olarak koymak demektir (Buna göre alt yapı üst yapıyı da kapsayacak oranda genişler ve üst yapısal formasyonlar ve yönelimler ya da yine Althusserci bakış açısıyla bilcümle ideolojiler [hukuk,din vs.] hükmünü yitirir.). Burjuvaziye karşı devlete yedeklenmek ya da devleti ve üzerinde yükseldiği zemini sahiplenmek oportünizmse devlet ve burjuvaziye teorik ve pratik olarak ne idüğü belirsiz bir eşitlikte durmak da düpedüz apolitizmdir ve her ikisi de reformizmin öncüllerdir.

 

  *Reformizmin temsilcilerince Gramsci’ye dayanarak hâkim toplumsal ideolojinin hâkim sınıfın ideolojisi olmak zorunda olmadığı iddia edilmekte ve örnek olarak da Türkiye’de Kemalizm verilmektedir. Söylenen şudur: Türkiye’de resmi ideoloji Kemalizm’dir ancak hâkim sınıflar Kemalist değildir. Bu görüş “burjuvazisizm” gibi bir ideoloji varsaymaktan kaynaklanmaktadır. Teorik olarak (hatta belki sadece anlatımsallık açısından soyut bir tanıma ulaşmayı hedefleyen dar-teorik bir çerçevede) böyle bir ideolojinin varlığı kabul edilse bile pratikte-yerelde-ülkeler ölçeğinde genel geçer anlamda böyle bir ideoloji yoktur ve Türkiye’de hâkim sınıf elbette Kemalist burjuvazidir. Kemalizme yapılan ideolojik eklentiler manipülatiftir ve solcuların icadıdır. Kemalizmin hâkim sınıfın hâkim ideolojisi olmadığını savunanlar hâkim sınıfın yanında Kemalizm’e karşı konumlanmak isteyen liberallerdir.


                                                                                                                                                                              M. Ocakçı